4 Mayıs 2011 Çarşamba

Shiva'ya selamlar

Hinduisme göre Shiva ölümün tanrısı. Sonların. Ve de yeni başlangıçların.

Shiva'ya selamlar: TavukSuyunaYaşam bitti. Butterfly Effect-ed başladı.

Buradaki postlarımın bir kısmını da oraya taşıyacağım. Haberiniz ola.

Yeni adresim: butterflyeffected.tumblr.com

Çat kapı beklerim efem,

Deniz

p.s. Ha unutmadan, tarifleri de yemekyemekgerek.tumblr.com 'da bulabilirsiniz. O da beğendiğim yemeklerin tariflerinin bulunduğu linkleri şeettim blogum.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Kafa karıştıran: Saygı Hakkında

Şu ana kadar saygıyla yaklaşmadığım herkese özürlerimle....



Biz ailelerimizden, çevremizden karşımızdakine "saygı" göstermeyi öğreniyoruz hayatımız boyu: misafir kapıda karşılanır, en itibarlı kişi (misafir yoksa ailenin babası veya en yaşlısı) sofranın / salonun baş köşesinde oturur, hoca sınıfa girdiğinde ayağa kalkılır. Bizde saygı, insanın konum olarak üstünde olan kişiye gösterilir. Keza saygı büyüklere gösterilir, küçüklere yalnızca sevgi yeter. Bu şekilde anlaşıldığında saygı, sadece ve sadece hiyerarşide size kıyasla üstün konumda olan kişinin üstünlüğünün bizzat sizin tarafınızdan onaylanması anlamına gelir. Nezaketse, neden önemli olduğu bilinmeyen bir erdemdir ve toplum tarafından kabul edilmenin erdemin kendisi olarak kabul gördüğü bir kültürde değerler ve değerlerin temsil ettiği şeyler maalesef zaman zaman birbirine karışarak anlamsızlaşır ve değersizleşir.

Bakınız barnak nasıl da havada
Örneğin masada en baş köşede oturmasına rağmen babalar hep herşeyi en son duyar; ayağa kalkıp selam durulduğu halde hocalar ders anlatırken öğrenci hocasının gözünün içine baka baka telefondan mesaj atar,ya da arkadaşıyla geyik çevirir; misafir kapıda karşılanır çünkü "iyi bir evsahibi addedilmemeyi" bizde kimse kolay kolay göze alamaz.

Lafı evirip çeviriyor muyum? Demek istediğim şey basit: bir insana saygı göstermekle saygı duymak aynı şey değildir. Saygı duymak, dışarıdan nasıl yorumlanacağını düşünmeden, karşınızdakinin konumu, kişiliği vs ne olursa olsun, sırf insan olduğu için, en zayıfa, fakire, şanssıza, çocuğa dahi saygıyla yaklaşmak demektir. 

Olay budur :)
Aslında Türkçe'de konumuzla ilgili bir kelimeyi daha kullanıyoruz zaman zaman: "hürmet" - daha içten gelen bir yaklaşımı anlatıyor bu kelime. Ama yine de tam bahsettiğim şeyi karşılayamıyor. Keza biz insana hürmet göstermek için, o insanın hürmete layık olması (artık buna kim-nasıl-ne zaman karar vermişse) gerekiyor. Yani toplumsal hiyerarşide otomatik olarak üstün bir konumu bulunmasa da, kazanılmış bir üstünlüğü olması gerekiyor. Çok yaşlı bir adamın deneyimine, çok iyi bir müzisyenin yeteneğine veya bir bilimadamının bilgisine hürmet ediyoruz toplumca. Ama aynı zamanda "delikanlı" olan X kişisine yahut "ünlü sanatçı" addedilen meşhur ama sanat ürettiğine pek de şahit olmadığımız Y kişisine de hürmet edebildiğimize şahit olmuşsunuzdur.

Burada asıl acıklı olan iki insan arasındaki ilişkinin otomatik olarak birisinin üstünlüğü üzerine kurgulanıyor olması, bilinçli ya da bilinçsiz bir seviyede. Çünkü eşitler arasındaki ilişkiyi saygı çerçevesinde oturmak üzerine kurgulanmış, kabullenilmiş bir kelime/ifade/yaklaşım şekli yok! Oysa insanlar, bırakın hürmeti, hiyerarşiyi; sırf insan oldukları, düşünebildikleri, değer yargıları ve arzuları bulunduğu için saygı duyulmayı hakediyorlar. VeFakat ne böyle bir anlayış, ne de böyle bir anlayışı yansıtacak bir sosyal "dil/sembol/pratikler bütünü"müz var. Eşitler, otomatik olarak hayatı eşitsizlikler üzerine algılıyorlar ve bu algıyı günlük hayatlarında -kimi zaman farkında bile olmadan- yeniden üretiyorlar. Genelde bu üretim sürecinde de, kişiler arasında anlık üstünlük savaşları yaşanıyor. Egolar konuşuyor, çarpışıyor, bağırıyor ve de savaşıyor. Trafikte kimse kimseye yol vermiyor (geçmede öncelik bana ait olmalı) karşısındaki insanın soru sormasına kızıyor ("konuşurken bana cevap verme!" diyen büyüğünüzü hatırlıyor musunuz?), sorulmadan akıl veriyor (çünkü karşısındakinin onun kadar akıllı / deneyimli / düşünceli  olmasına ihtimal verilmiyor) ve en önemlisi, yapacak başka birşeyi olsa da olayı fiziksel şiddete vuruyor. (bi koyarım, parçalarını sağdan soldan toplarlar.)

Saygı döngüsü: (yukardan, saat yönünde) Diğerlerine saygı /Potansiyellerini takdir etmek/ İmkanlarını iyi kullanmak / Amaç ve Anlam yaratmak / İnsanlara, ellerinden gelenin en iyisini yapma imkanı tanımak / Desteklerinin değerini bilmek
Karşımdakilere saygıyla yaklaşmadığımı ve sadece görünürde saygı gösteriyor"muş gibi" yaptığımı ben de yeni anladım. Dolayısıyla "eh peki saygıyla yaklaşmak nedir" diye sorsanız size çok da net bir cevap vermem mümkün olmaz. Aaaaaaa :( diyerek üzüldüğünüzü duyar gibiyim, e bu kadar okuduk ne işe yaradı o zaman? di mi? Ama ben işe şuradan başladım: karşımdaki bana sormadığı sürece akıl vermemeye çalışıyorum mesela, çünkü ben o aklı düşünebiliyorsam o da pekala düşünebiliyordur. Ya da kararlarını ve davranışlarını sorgulamamaya, "gerizekalı, öyle yapmasa ya" dememeye - çünkü en az benim kadar zeki bir insan olduğunu kabullendiğim ve analitik yeteneklerine güvendiğim karşımdaki, eğer bu şekilde bir karar aldıysa mutlaka bir sebebi vardır. Yani herşeyden önce karşımdakinin fiziksel ve zihinsel yeteneklerini küçümsememenin karşımdakine saygıyla yaklaşmak olduğunu düşünüyorum.

Birilerinin bir hakkı yahut önceliği varsa, kurallar dahilinde, onları engellememeye çalışıyorum. (Elimden geldiğince) Örneğin -belki dikkat etmişsinizdir- metrodan / otobüs / metrobüsten inen insanların etrafında daracık bir çember oluşturur durakta binecek yolcular. Yahu bir açılın, adamlar bir insin, sonra siz inersiniz, insanları boğmanın ne alemi var!? Bu zaten bir ortak yaşam kuralıdır (önce inecekler, sonra binecekler) ve konmasının da bir sebebi vardır: siz binemezseniz bir sonraki araç her zaman gelir, ama inecek kişi inemezse kendini birkaç dakika içinde kilometrelerce ötede bulabilir. Üstelik şoför dışarıda binmek için bekleyen yolcuları görebilir, fakat içeridekilerden hangilerinin inmeyi düşündüğünü telapati yoluyla maalesef algılayamaz. Yani maksat insanların egosuna yüklenmek, hiyerarşik bir eşitsizlik oluşturmak değildir. Bu, herkesin hakkını/hizmetini optimum şekilde alabilmesi için oluşturulmuş bir kuraldır. Keza aynı şekilde, metrodaki yürüyen merdivenlerin sağında durulur, ve sol taraf yürüyenlerin/koşanların/uçanların olabildiğince hızlı geçebilmesi için açık bırakılır. Yani ortak yaşamda sunulan hizmetlerden herkesin yararlanabilmesi adına payıma düşeni yapmayı, çevremdeki insanlara saygıyla yaklaşmak olarak görüyorum. 


Biz insanlar olarak sosyal varlıklarız. Yaptığımız her hareket çevremizdekileri etkiliyor. Kimileri yalnızca bizi etkiliyor diyeceksiniz, hayır, sosyal olmayan ortamlarda yaptığımız davranışlar dahi, nitekim vakumda yaşamadığımız için çevremizi etkiliyor. Sizin yere attığınız tek bir çöp parçası, ya da kendi kendinize söylenmeniz dahi (genel olarak ortamda negatif elektrik yaratmasıynan) çevrenize etki ediyor. Tamam, her hareketinizin sonucunu hesaplamak mümkün değil, uzun vadede hayra mı yormak gerek, şere mi diye hindi gibi düşünmenin de bir alemi yok. Kelebek etkisi gereği her osuruşunuzda biryerde fırtına kopacak mı diye panikleyemezsiniz. Ama en azından söylemek üzere olduğunuz şeyi, ya da yapmak üzere olduğunuz hareketi söylemeden ya da yapmadan önce bir yutkunup, o yutkunma kadar geçen süre içerisinde de (0.3sn) acaba birilerini rahatsız eder miyim bu sözümle, ya da hareketimle diye bir düşünmeniz, ya da acep bu sözüm ya da hareketim çevreme zararlı oluyor mu diye bir duraklamanız hiç fena olmaz. Neden mi? Çünkü aynı şeyin size yapılmasını istemezsiniz. Üstelik çevrenizdeki insanların mutluluğu / keyfi / genel ruh hali / etkinliği / verimliliği / zenginliği otomatik olarak size pozitiflik olarak geri yansıyacaktır. Düşünsenize, trafikte herkes birbirine yol veriyor, kimse kornaya basmıyor, kimse kaynak yapmıyor, kırmızı  ışıkta geçmiyor, küfretmiyor! İstanbul'da araba sürmek gerçekten keyifli bik aktivite haline gelebilirdi herkes için, üstelik bir yerden bir yere gitmek de bu kadar uzun sürmezdi :) Yani vakumda yaşamayan biz insanların, çevremize karşı düşünceli bir biçimde davranıyor olmasını saygı göstermek olarak algılıyorum.  

Son olarak, ama önem sırasında hiç de aşağılarda olmayacak bir biçimde, kadir kıymet bilmek de bence saygı çerçevesine giriyor. Yani karşınızdaki insan illaaki hayatınızı kurtarmış olmak zorunda değil, ve siz onun kırk yıl kölesi olmak zorunda değilsiniz. Size sadece bir bardak su vermiş, bir kahve yapmış, düşmemeniz için elinizden tutmuş, şu ya da bu biçimde bir iyilik yapmış veya sadece saygıyla yaklaşmış olabilir. Yine kırk yıl kölesi olmak zorunda değilsiniz. Ama sihirli sözcükleri söylemek inanın ki karşınızdakine verdiğiniz değerin en saf hali: "Teşekkür ederim." Yani karşınızdakine teşekkür etmek yalnızca "bir medeniyet göstergesi" veya onu "honoré etmek (onurlandırmak)" olmadığı gibi (yine nasıl saygıyı statü/eşitsizlik üzerinden tanımlıyoruz, "medeniyet göstergesi" medeni olan kültürler seviyesine çıkmak demek bir nevi), aynı zamanda, karşınızdakinin emeğine, çabasına ve/ya iyi niyetine duyduğunuz saygının da bir ifadesidir.

Ama her zaman iyi şeyler yapacak, doğru hareket edecek değiliz ya, insanız biz de! Bir hata ettiniz ve karşınızdakine bir zararınız dokundu, ya da sadece onu kırdınız, keyfini kaçırdınız. Sihirli sözcükler her koşulda iş görür: "Özür dilerim." Söylemesi en zor olan şeydir özür dilemek, keza hata yapabileceğinizi kabullenebilmektir. (kendi rızanızla rütbenizi indirmek :p) Ama insan olduğumuza göre hata yapabilme hakkını da hepimiz elimizde bulunduruyoruz. Bugün siz hata yaparsınız, affedilmek istersiniz, yarın başkası yapar ve buyrun işte: affedilmek ister. Affetmek işleminin kendisinin başkasına yaptığınız bir iyilik veya saygı ibaresi olmasından çok sizin kendi vicdanınızla hesaplaşmak olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla saygıyla yaklaşmak olarak görülebilir mi çok emin değilim. Ama özür dilemek, yani insani zayıflıklıklarımızın da olduğunu ve karşımızdakine istemeyerek de olsa zarar verdiğimizi kabullenmek bence insanın karşısındakine saygı duymasıdır. 

p.s. Tabii burda bir kısır döngü de var: karşınızdakinin algısı eşitsizlikler üzerine kuruluysa, bi de kendini size kıyasla dezavantajlı olarak algılıyorsa, güç dengesini sağlamak adına "şark kurnazlığı" dediğimiz türlü yöntemler icat etmesi oldukça olası. Sizin de bunu bilmenizle beraber karşınızdakinin otomatik olarak size "saygısızca" davranacağını bilmenizden ötürü karşınızdakine "saygısızca yaklaşmanız" da oldukça mümkün. Eh, ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ben henüz bu seviyede düşünemiyorum. Ama şunu biliyorum, herkesin otomatik olarak saygısız olduğunu varsayarak ve beyinlerini okumaya çalışarak hareket etmeye çalışmak son derece yorucu birşey. Dolayısıyla elimden geldiğince temiz ve önyargısız düşünmeye çalışıyorum. Üstelik diğer insanlardan saygı görmeyi beklediğim için saygı göstermiyorum ki çevremdekilere, bunu biraz da kendi kendime saygı göstermek olarak görüyorum. Zaten bu bir çıkar ilişkisi olsaydı, yalnızca çıkar görebileceğim insanlara saygı göstermem gerekirdi, böyle bir tanım da (bkz yukarısı, herkese saygı duymak, insan olduğundan ötürü neyin bilmemne...) kendi kendini imha eder.



En kötü ihtimalle ne kaybederim ki? Ama en iyi ihtimalle karşımdaki utanır ve belki de o da bana ve diğer insanlara saygıyla yaklaşmaya karar verir. Böylece herkesin birbirine saygıyla yaklaştığı bir dünyada yaşamaya bir adım daha yaklaşmış oluruz :)

Saygılarımla efenim....


D.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Uzuuuuuu-bi ara-uuuuun

Şimdi ne desem bahane,
Blogspot yasağı şahane
Diceksiniz banane. Ve de çoook oldu biteli.

Ne deseniz haklısınız.

Özet geçeyim:

Bir ay önce, birer hafta arayla NLP uzmanı Cengiz Eren'le dörder saatten iki adet görüşme gerçekleştirdim.

Akabinde bahar tatili geldi ve Nişantaşı Yogaşala'da 50tl karşılığı 15 gün boyunca sınırsız yoga, pilates ve meditasyon dersine katılım hakkı veren bir programa yazıldım. Haftada 5 gün ortalama 1.5 saatten çeşitli yoga derslerine katıldım.

Fazla düşünmedim, hayatımdan eti tamamen çıkarmanın beni ne derece mutlu edeceğini test etmek için bir haftalığına vejetaryanlığı denedim. An itibariyle blogun ismiyle ilgili ciddi çekincelerim var, ama sebze suyuna yaşam da aynı anlamı vermeyecek :)

En olmayacak zamanlara rastgelecek şekilde satın aldığım Istanbul Film Festivali biletlerimin bir kısmını tükettim, kalanını da bu hafta tüketmeye niyetleniyorum.

Ve bütün bunların üstüne sanırım bugün, doktora tezi olarak nasıl bir çalışmaya yönlenmenin beni mutlu edeceğini çözdüm.

Yani yazamayacağım kadar yoğun geçti. Anlayışınıza sığınırkene, olayları şöyle görüyorum: Yaklaşık 10 yıl civarı süren bir uykudan bir ay kadar önce uyandım, ve bir yandan kendimi yeniden keşfediyor, diğer taraftanda buzun içinde geçirdiğim yılları telafi etmeye çalışıyorum.  (Abarttığımı düşünebilirsiniz, ama kendimi haklı çıkarmak için sizi kafatasımın içine sokamayacağım, o yüzden buyrun düşünün :)

Livin la vida zen. Details to come later ...

16 Mart 2011 Çarşamba

Comeback - Bak bi de bu var: Kerametli hologramlar, maşallah maşallah!


Efenim, çok şükela ola ki blogspot yasağımız kalktı ve ben de yazmaya devam edebiliyorum. Belki saçma gelecek size, ama kanuni haklarım dahilinde istediğim websayfasına girip de blog yazamayacaksam hiç yazmam daha iyi demiştim ilk yasaklandığında. Öyle yaramaz lise çocukları gibi, bak sen bana yasakladın ama nanik işte girebiliyorum yapmak pek istemedim. Bilmiyorum belki de yanlış olan benim. Ama maalesef başka türlüsünü yapmak içimden gelmedi.

Geçici olarak veremediğim rahatsızlık sebebiyle özür dilerim.

Here, I am, back again ve show goes on.

Bu sürede de, uzun zamandır yazmak isteyip de altını dolduramayacağımdan korktuğum bir mevzuyu nihayet sizinle paylaşabilecek hale geldim. Diye düşünüyorum en azından. Neyse artık ona siz karar verirsiniz: Şu son zamanlarda milletin kolunda olur olmaz gördüğünüz çirkin plastik bileklikler var ya, hologramlı, iyon neyin yayıyo. İşte konumuz budur.

Benim görebildiğim kadarıyla iki ayrı marka satıyor bunları, biri "Power Balance" (bir bileziğin fiyatı 50tl civarı) diğeri de EFX (bunu da 70tl civarında satıyorlar) Aslında yurtdışında kolyeleri vs de satılmaktadır ama nedense bizim ülke sınırlarımızdan içeri sadece bilezikler girebilmektedir an itibariyle.

Efenim neden bu kadar para verip bu bilezikleri alayım ki diyeceksiniz, zaten şu anda takanların pek çoğu da soranlara "yok ben zaten parasıyla almadım hediye geldi, arkadaşım verdi anısı var bende, bilezik hoşuma gitti hologramı için takmıyorum" gibi türlü bahaneler sunmaktadırlar. Cevap da şu ki, hiçbirşeyi almak zorunda falan değilsiniz. Hani ne işe yarıyormuş canım, onu soruyorum? derseniz de, rivayet o ki, bileziğin üzerindeki özel tasarlanmış hologram sizi fiziksel potansiyelinizin doruklarına çıkarıyormuş. Yani daha enerjik, daha esnek, daha dengeli, daha stressiz kılıyormuş. (Ne demekse artık, bilmiyorum anladınız mı onu siz) Bu iki markanın websayfalarında biraz gezerseniz pek çok ünlünün, ama özellikle de sporcuların bileğinde bu bilezikleri görebilirsiniz.

Ronaldo




P. Diddy


Kral Abdullah - zuhaa !
Nasıl mı? Hani bir negatif iyon mevzuu vardı, şurada bahsetmiştik, hani vücut metabolik tepkimelerin sonunda pozitif yüklü oluodu, bu iyonların kendilerini sağlıklı bir biçimde dengeleyebilmeleri için antioksidan almamız gerekiyordu ki eksik olan elektronları vücudumuzun (ve tabii DNA'mızın) yapısını bozarak değil, antioksidanlar üzerinden dışarıdan alsın - ki erkencecik yaşlanmayalım, hastalanmayalım. Şimdi bi de düşünün ki, 7/24 radyasyona maruz yaşıyoruz, ekran başında, mikrodalganın önünde, akıllı telefonlarımız sayesinde her yerde ve bu radyasyonun etkisiyle çooook ama çok daha fazla negatif iyona ihtiyacımız var. E bu negatif iyonlar aslında sadece antioksida yiyeceklerde değil, aynı zamanda doğada da varmış, deniz kenarında, şelalede, ormanda vs. Ama her dakika şelale başında mangala da gidilmeyeceğine göre, o zaman tek çare herkesin kendi iyonunu yanında taşıması. Demişler, sonra da nasıl yapalım demişler, bi hologram üretelim, basalım içine iyonları, hologramı da basalım çirkin bi silikona, herkes bileğine boynuna neyin taksın. İyonlar takan kişinin vücuduna kaçsın, hiç bitmesin bileziğin iyonları, hem de sonsuza kadar.

Şimdi bu son bölümden ben hala şüpheliyim, bir holograma iyon nasıl basılır, nasıl bu iyonlar sonsuza kadar bitmez - çok bir mistik geliyor. Ama birgün çok moralim bozukken ettim bir salaklık, bastım 50tl'yi aldım bu bileziklerden.

Şimdi buradan sonrası tricky, çünkü herşeye rağmen placebo etkisi olabilir bu yaşadıklarım. Ama bileziği taktığım andan itibaren, banyo vs dışında hiç çıkarmadım. Bu bir ayı (kendi standartlarımda) inanılmaz sakin, huzurlu ve dengeli geçirdim. Sonra bileziği yanlışlıkla anneme verdim, almayı unuttum. 1 hafta annemde kalan bilezik, anlattığı kadarıyla annemde pek bir değişiklik yaratmamış olsa da (gerçi telefonda neşeli neşeli şakıyordu ne zaman konuştuysam o ayrı) ben o bir haftayı nasıl geçirdim bilmiyorum. O sakin, dengeli halim gitmiş, gergin, üzgün bi kız olmuştum - işin en acıklısı nedenini bile bilmiyordum. Sonra annemden bileziği geri aldım, ve herşey tekrar yoluna girdi. Ben ve bileziğim halen mutlu mesut yaşıyoruz. Fin.

Hayır yalan yok, hani parasını verdik nasıl çevirecez die de uğraşmıyorum. Hatta üstüne basa basa söylüyorum ki belki de bütün bu olanların bilezikle hiçbir alakası yoktur. Ve hatta bu bilezikler mucizevi şeyler, bi takan bi daa doktora gitmiyormuş ve hatta sonsuzsa kadar yaşıyormuş falan hiiiiç hiç demiyorum, amanın yannış anlaşılmasın. Zira bir iki kişi daha benim gibi yararını gördüğünü söylüyor, ben de bunu size iletiyorum, olayım budur. Hani bir denemek isterseniz, mutlaka bir arkadaşınızın bileğinde vardır, buyrun deneyin, aha da aşağıya bilezik işe yarıyor mu testi koyuyorum. Almak isterseniz de bilezikleri internetten veya spor mağazalarından temin edebilirsiniz.

Herşeyin ötesinde, en çok da merak ettiğim, sizde bu bileziklerden var mı, ve taktığınız andan itibaren hayatınızda bir değişiklik oldu mu? Olduysa da söyleyin, olmadıysa da. Kızmam etmem yani. :)

Hadi görüşmeceee,

D.





27 Şubat 2011 Pazar

Yeme de Yanında Yat : Yalancı Mantı ( a.k.a. Olmuyor Olmuyor!)

Her hafta yaza yaza birşey farkettim: yeme düzenimin sabit bir döngüsü var. Hafta başındaki süper motivasyonum, şairane diyet aşkım, cuma günü geldiğinde kendini "bu hafta iyi yedim, kesin kilo vermişimdir, bu akşam da biraz kaçırsam birşey olmaz"a, cumartesi günü "zaten dün yoldan çıktım, bugün de yesem ne çıkar"a, pazar günüyse "battı balık yan gider, ee Çınar, bugün ne yaramazlık yapalım?"a bırakıyor. Suçluluk duygusuyla pazartesi başlıyor, hafta sonu gelince rejim yine kaçıyor.

Bu post'a bu giriş neden diyeceksiniz? (Gerçi beni tanıyanlar şaşırmaz ama neys) Herşeyi itiraf edip kendimi utandırırsam bir daha yapmam diye ümit ediyorum: Sabah gözlerimi açmamın sebebi acıkmış olmamdı. Açar açmaz da ilk söylediğim söz "açım" oldu haliyle. Brunch'a mı gitsek, yok çok vakit alır, derken - sanki daha az vakit alıcakmışçasına - muffin, omlet ve sosis pişirmeye karar verdik. Çüş, dimi? E yani. Yaptık da, ama çok açtık, yedik, burada resimleri yok yani.

İnanmayacaksınız belki ama akşam oldu ve ben yine acıktım. Çınar, sadece oburluğuna kabul etti "yalancı mantı" teklifimi. Hani çocukluğunuzda yemişsinizdir belki, evde mantı yoktur, ama the next best thing olarak makarna, kıyma ve yoğurt vardır. Midye makarnaya soğanlı kıyma, üstüne sarımsaklı yoğurt, üstüne kırmızı biberli yağ, en tepesine de sumak nane neyin evde bulduğunuz envai çeşit baharatı da ekleyince, yemeden yanında öylece uzanıp kirpiklerini kırpıştırmak gelir insanın içinden. Tavsiyem: bol bol pişirin, gözünüz doyana kadar yiyin. Benim gibi rejimdeyseniz, sadece yanında yatsanız da olur, yemeden yani. Keza çok belli oluyor mu bilmiyorum ama hala etkisindeyim. Off, of.



Demek ki haftasonları benim için sakat. Acaba cumaları disiplini bozmasam, cumartesi ve pazarı da sağlam geçirebilir miyim?

23 Şubat 2011 Çarşamba

Kafa karıştıran: gribim, garibim diyenlere 5 öneri

Bütün kış kendimi mikemmel bir biçimde her türlü hastalıktan, kem gözden, virüsten, bakteriden ve Barbie çizgi filmlerinden koruduktan sonra tek bir defa hataya düştüm. Bir akşam biraz ince giyinerek spor yapmaya çıktım. (Utanarak itiraf ediyorum, evet, ama mazeret olarak da şunu söylemeliyim, şu aralar havaların sağı solu belli olmuyor, gündüz Mayıs sıcağı varken akşamına Ocak havasına tutulabiliyorsunuz bildiğiniz gibi.)

Haliyle iki gündür sersem gibi yatmakta, boşluğa bakmaktayım. Boşluğa bakmak da son derece sıkıcı birşey olduğu için gözümlerimin önüne, en azından biraz hareketlilik olması adına bir ekran koyup oraya bakabilirim diye düşündüm. Bugün de biraz gücümü toplayabilmiş olmamla beraber bu postu yazabileceğime karar verdim.

Ders: nezle / grip
Konu: Doğal tedavi yöntemleri

Eğer ateşiniz varsa ya da gribal bir enfeksiyon geçiriyorsanız şunları uygulayın, ilaç almanıza gerek yok, hem de hiç demiyorum - haşaaa. Hatta doktorunuz muhtemelen ilacın yanında bağışıklık sistemini güçlendirici bir C vitamini ya da multivitamin de tavsiye edecektir. Ama bizim konumuz bu değil, nihayetinde ben de doktor değilim. Derdim, evinizdeki malzemelerle acınızı hafifletebilmek. Belki bebekliğinizden beri size bakan kişiler sayesinde bunları artık ezbere biliyorsunuzdur, ama özellikle yalnız yaşıyorsanız, hasta olduğunuz anda bunların hepsi uçup gidiyor. Hatırlamak içinse buraya dönüp bakmanız yeterli:

5. Sıcak bir duş alın:
Üşütmemeye dikkat edecekseniz sıcak bir duş burnunuzu ve sinüslerinizi bir açar, bir açar. Sersemliğinizi alır, başınızın ağırlığını geçirir. Etkisi çok sürmez, ama fenalaşırsanız tavsiye ederim. Özellikle akabinde uykunuzu getireceğinden, ve grip/nezle tedavisini hızlandırmanın en kolay yolunun bol bol dinlenmek olmasından dolayı bir taşla iki kuş da vurabilirsiniz.

4. Taze sıkılmış portakal suyu için:
Artık marketlerde bile 100% doğal portakal suyu bulunabiliyor. Tabii ki yeni sıkılmışın yerini tutmaz, yani evde meyve suyu sıkacağınız varsa en güzeli onunla yaptığınız portakal suyunu içmek. Tabii içine greyfurt, limon, zencefil, havuç da karıştırabilirsiniz, böylece besin değeri yükselen içeceğiniz bağışıklık sisteminizi de güçlendirir. Gün içinde C vitamini almış olabilirsiniz, sorun değil. C vitamini suda çözündüğünden, fazlasını vücut atar gider - yani göz neyin çıkartmaz. Ama a dostlar, vitaminin bile tazesi makbuldür!  

3. Tuzlu suyla ağzınızı çalkalayın:
Hastalanmaya başladığınızı hissettiğiniz anda yarım bardak (soğuk olmayan) suya bir çay kaşığı tuzu (ya da aldığı kadar) karıştırarak gargara yapmanız, ve bunu günde dört defa kadar tekrar etmeniz, solunum yollarınıza kaçan mikropları atmanızı sağlıyormuş. Becerebiliyorsanız burnunuza su çekerek temizlemek de ekistradan bonus kazandırırmış, bilginize.

2. Bol bol sıvı tüketin, hele de sıcağından:
Gerçi hasta olmasanız da günde 6-8 bardak su içmeniz gerekiyor ama, hadi biz yine de yazalım. (Biz kim lan?) Keza bol sıvı tüketiyor olmanız ateşiniz varsa düşürmeye, boğazınızdaki kuruluğu almaya yardımcı olur. Sade su içmek yerine, sürahiye birkaç dilim limon da atabilirsiniz. Boğazınızı ve sizi ferahlatıcı bir alternatif de olmasının yanında, C vitamini takviyesi de yapar. Tabii sıvıları sıcak sıcak almanız da yine boğazınızı yumuşatacak, sinüslerinizi rahatlatacaktır. Yani içine bal ve limon ekleyebileceğiniz her türlü siyah veya yeşil çay, ıhlamur, ekinezya neyin tavsiyemizdir. (Ballı ılık süt içecekseniz limon eklemeseniz de olur, ıyy) Hepsinden nefreiseniz, halamın "kant" dediği, sadece sıcak su, limon ve baldan oluşan içeceğin hem tadından, hem de etkilerinden memnun kalacağınızı garantileyebilirim.

1. Tavuk suyuna çorba için:
Listemizin 1 numarasına yerleşen tavuk suyuna torpil yaptığımı zannetmeyin, keza kendisi o kadar mikemmel bir ilaç ki, bloguma bile ismini verdi. (wiNk) Doktorlar bile büyüsünün ne olduğunu çözememiş diyorlar, ama iyileştirici kuvveti tartışılmaz. Hayır, bulyon aynı işi göremeyecektir. Bizzat içinde tavuğun kendisini haşlamış olduğunuz suyu kullanmanız gerekiyor. Ben vitamini artsın diye içine havuç, soğan, sap kereviz, patates ve toz zencefil de katıyorum ve hepsini birlikte haşlıyorum. Tavuk suyunun bir-bir buçuk bardağını ayırıp çorbaya kullanıyorum, fazlasını da şurada anlattığım üzre saklıyorum.

Nasıl yapıldığını bilmeyenleriniz içinse, tavuk suyuna çorba, pişirmesi dünyanın en kolay şeyi. Bir tencerenin içine, bir-bir buçuk bardak tavuk suyu koyup, üstünü suyla doldurup, arzuya göre bir kahve fincanı kadar şehriye veya pirinç, bir tutam da tuz ve karabiber (arzu ederseniz içine didilmiş tavuk parçaları da) ekliyorsunuz. Kaynadıktan sonra altını kısıyorsunuz, şehriye ya da pirinç piştiğinde çorbanız hazır demektir, afiyet olsun.


Geçmiş ola!

5377GEC5W3ED

19 Şubat 2011 Cumartesi

Bak bi de bu var: Uyku saati hesaplamacısı

Genelde bu tür standardize edilmiş hesaplar yalan olur, bilmiyorum siz de aynı fikirde misiniz?

Ölüm saati diye bişey vardı, bikaç sene önce bayağı popülerdi hani, doğum tarihinizi falan girdiğinizde ölüm tarihinizi ve saatinizi söylüyordu. Bayağı manasız bişiydi.
Photo credit: Felix Idan @Flickr
BMI (Body mass index / beden kitle indeksi) hesapları da bana saçma geliyor. Kıyafetlerime giremeyen ben, nedense hep normalin alt sınırında çıkıyorum. Aa-aa ne demek şişman, at bakiim bi tane daha ağzina, zaten bir deri bir kemik kalmişsin, hasta olacaksın vallahi... diyen ve bıraksaniz araya virgül koyarak sonsuza kadar konuşacak ve ağzınıza bişiler tıkacak olan teyzeler gibi BMI dedikleri şey.

Neyse, post'a böyle bi başlangıç yaptıktan sonra söyleyeceğim şeyin saçma olma ihtimalini artık anlamışsınızdır. Ama olmayadabilir de işte! (Kararsız kalabilirim, evet, ben de bir insan evladıyım.) Tam da bu yüzden yazmaya karar verdim: sleepyti.me bedtime calculator ile tanışın!

Sayfanın açıklaması şu: Ortalama bir insanın uykuya dalma süresi 14dk'dır ve insanlar yaklaşık 90dk kadar süren uyku dongüleri (sleep cycles) halinde uyurlar. İyi bir uyku çekmek ve dinlenmiş olarak uyanmak istiyorsanız, uyku döngülerinin sonunda (ya da başında, hani ikisi de aslında aynı şey) uyanmanız gerekiyor. Uyku döngüsünün orta yerinde uyanan insanın hali nice olur diyorr, iyi bir uyku çekmek için 5-6 uyku döngüsünü geçirmis olmanız gerektiğini ekliyorrr ve şu iki soruya cevap vererek size büyük hizmetler sunuyor sleepyti.me:

1. Şu anda yatağa girseniz uyanmak için alarmı saat kaça kurmak gerek?
2. Herhangi bir saatte dinlenmiş olarak uyanmak istiyorsaniz, tam olarak saat kaçta uykuya dalmış olmanız gerekiyor? (Burası biraz tricky, çünkü bu verdiği saatin 14dk gerisine gitmeniz lazım, yatağa kaçta girmeniz gerektiğini bulmak adına)

Ne yalan söyleyeyim, bu sayfayı keşfimin hemen akabinde denemek istedim. Hani beş dakka erken üç dakka geç, fazla da takılmamak gerek gibi geliyor bana. 15-20dk belki birşeyleri etkiler ama sonuçta kim nereden bilecek benim uykuya kaç dakikada dalacağımı? Uykuya daldiktan sonra yatağa girip uyuduğum da oluyor gözlerim açık, yatakta salak salak döndüğüm de. O yüzden fazla ciddiye almamakla beraber sayfanın ana fikrini anlamaya çalışmak belki de en sağlam yaklaşım olur gibi geliyor. Neyse, soracaksınız, denedin de ne oldu diye: İki gün de misler gibi uyandım. Hani yataktan zıplamadım belki. Ama bu aralar beni uyandıramayacağınız, uyandırsanız da dikey pozisyona gelebilmem için sürüklemeniz gerekecek bir saatte uyanmam gerektiği için, yataktan kendi irademle kalkabilmem bile önemliydi.

Bakalım siz deneyince de işe yarayacak mı :)

xoxo,

Uykucu Kız

18 Şubat 2011 Cuma

Her işin kolayı: Bulyonsuz hayat mümkün


Bulyondan nefrei.

Eh bu kadar antioksidan, sağlıklı yaşam neyin yazdıktan sonra, içine koruyucu eklenmiş herşeyden biraz nefrei.

Ama ya bir acil durum olursa? Ya pilav, çorba ya da et/tavuk suyu içermesi gereken herhangi birşey pişirmek gerekirse ve evde bulyon olmazsa? Tavuk mu pişireceğiz, el altında kemik mi bulunduracağız? Söyleyin ha? Napacooh?

Kullan at buz torbalarını görmüşsünüzdür: Boş bir vaktinizde, olur ya haşlamış olduğunuz et veya tavuk suyunuzun artanını bu torbalara paylaştırıp buzluğa atarsanız, yemek yapma vakti geldiğinde  3-4 tanesini çatır çatır kırıp kullanabilirsiniz!
 
Kolay gele :)


p.s. Bundan sonra "her işin bir kolayı" bölümümde sıklıkla tükettiğimiz sağlıksız yemeklerin veya alışkanlıklarımızın sağlıklı alternatiflerini kurcalayacağım. Haberiniz ola...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Yeme de yanında yat: Doğumgünü Köpeğine Pasta!

Bugün köpüğümüz Jack tam 2 yaşını bitirdi :)


Gecenin bir vakti kameranın pili bitti, cep telefonum da sağolsun ancak bu kadar çekiyor. Artık idare etçez :)

Sitede fazla arkadaşı yok, zaten azdığı zamanlarda bütün kızları kovalayıp bütün erkeklere de dayılanası geliyor. Eh, Çınar da ben de bütün gün evde olmayınca doğumgünü partisi vermek çok mantıklı bir çözüm olmuyor. Tabii verseniz de ayrı bir dert, hani bilmiyorum hiç eve misafir köpek geldi mi ama ufak çaplı bir felaket bölgesine dönüyor ev kısa zamanda.

Ama en azından bi doğumgünü pastasını hakediyor köpüşümüz. Köpeklere şeker vermek yasak olduğu için içinde şeker, bal, çikolata neyin olmaması gerekiyor. Ben internet araştırmamın sonucunda de içine şöyle şeyler koymaya karar verdim:

KÖPEK D'GÜNÜ PASTASI
1 bardak un
1 paket kabartma tozu
1 yumurta (çırpılmış)
1 tepeleme kaşık fıstık ezmesi (mikrodalga'da eritilmiş)
1/4 bardak yağ
1/2 çay kaşığı tuz
1 büyük boy muz (çatalla ezilmiş)
1/2 bardak su


Frosting (kaplaması) için:
Yoğurt
Arzuya göre peynir


Kabartma tozu + unu karıştırdıktan sonra geri kalan malzemeleri de içine ekleyip yaklaşık yarım bardak (fazlası da gerekebilir) suyla iyice hamur kıvamına getiriyoruz. Önceden 190 - 200 dereceye ısıtılmış fırınınıza, yağlı bir kabın içinde atıyoruz. 40 dakika kadar bekleyip çıkartıyoruz. 10-15 dakika sonra, bir kaşıkla karıştırdığımız yoğurdu, kekimizi kaplamak için kullanıyoruz. İsterseniz yoğurdun içine, isterseniz de üzerine bir parça peynir serpiyoruz. Ben hem içine kattım, hem de üzerine saçaklı olsun diye dil peyniri koydum.

İki de mum ekleyip "iyiki doğduuun" die şarkı söyledikten sonra, zaten pastamızı köpeğimizin burnuna yaklaştırmamıza kalmadan pembe bir dile maruz kalan pastayı köpeğimizin patlayana kadar hayretle yalamasını ve yemesini seyrediyoruz.

Sabit durmadı ki güzel bir resmini çekebileyim! O da kendince haklı tabii, beni mi bekleyecek...

Bence, yoğurdu koyuncaya kadar insan olarak bizim bile rahatlıkla yiyebileceğimiz birşey, yemek zevkimiz köpeğinkine uysun uymasın. Yine de hayvansal ürünleri pek bir sevdiklerinden olsa gerek, siz içine salam, sosis, köpek maması neyin koymak isterseniz buyrun koyun. Benim midem yoğurttan ötesini kaldırmadı, Jack de durumdan oldukça memnun görünüyordu nihayetinde.

Jack çok uğraştı ama pastanın yarısını bile yiyemedi!
Çok keyifli oluyor, tavsiye ederim. Yıl boyu kuru mamadan başka birşey yemeyen oğlum inanamadı gerçekten ona böyle kocaman birşey verdiğimize. Kalan pastaları da stretchleyip dolaba attım, yarına saklayacağım. Yaramaz minnoşuma her gün bir dilim versem bile şişmanlamayacağını bildiğim için içim rahat.

Siz köpeğinize doğum gününde özel birşeyler yapıyor musunuz?

8 Şubat 2011 Salı

Yeme de Yanında Yat : Var mı Brunch gibisi?

Artık anlamışsınızdır, bir süredir yazmıyorsam muhakkak sağlıklı yaşamın yan yoluna sapmışımdır. Hemen kendimi belli ediyorum maalesef.

Aslında çok başarılı geçen bir rejim haftasının son iki gününde, cumartesi akşamı ve pazar sabahı yemek daveti vermem benim iradesizliğimle birleşti ve nihayetinde karışık duygularla yaklaştığım bir seri spontane tepkimeye yol açtı. Bu tepkimenin bir ucunda yaptığım yemekler, diğer ucunda da ben durdum elbet.

Aylardır özenerek yemek yapmayı reddediyor olmama inat, cumartesi gününü yalnızca yemek pişirerek geçirmiştim. Sonuç: bir seri ağız sulandıran ürün. Ancak sanırım biraz fazla güzel geldi bana pişirdiklerim, kokularıyla yetimeyip bizzat yedim. Hem de gani gani. :(

Pişman mıyım? İşte, karışık duygular ufaktan bir toz bulutu oluşturuyor gözlerimin önünde... hiç cevaplamasam daha iyi bu soruyu.

Diyeceğim odur ki, bugün post edeceğim tariflerim sağlık anlamında sütten çıkmış ak kaşık değil. Aslında normalde yediğimiz yemeklerin yanında önemli sağlıklı alternatifler olarak görülebilir belki ama bir kısmını rejimde hiç tavsiye etmiyorlar. Onlar kim mi? Diyet cinleri tabii ki deee- hani her lezzetli sağlıksız yemeğe gözünüzü diktiğinizde kulağınıza "cıkcık"layanlar. Vicdanınızın tellerini gıdıklayanlar. Yoksa siz tanışmadınız mı hala onlarla?

Anyhouu, retournons a nos moutons diyerek Fransızcamızı da patlatmak suretiyle pazar günkü brunchtan açıyoruz sözü. Benim iyi tanıyanlar bilir (ki bu vesileyle siz de o mertebeye erdiniz diyebilir miyiz acep?) en sevdiğim yemek brunch'tır. Şöyle sabaha ajda bardaklara oturmuş güzel bir demli çay, sevdiklerim ve estetik bir sofrayla başlanırsa - hayır günüm güzel geçer o ayrı, devamında yerinden de kalkamayabilirim. Ama olsun, öyle de olsa brunch uğrunda ödeyeceğim cezanın helali hoş olsun.



ELMALI KEK: (6-8 kişilik)
Masum ama diyetteyseniz - o kadar da masum değil

Aşağıda gördüğünüz pembe tabakta duran şeyin görünüşüne aldanmayın, tepesinin tarçınlı şeker ile kaplanmış olduğuna da. İnanılmaz hafif. Bana ananemin eskiden yaptığı ev keklerini hatırlattı ve de öğleden sonra okuldan gelip çayla birlikte yaptığım kahvaltıları. Rejimde yemeyin, yedirmeyin ama onun dışında bilakis tavsiye ederim.Tarifin orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz. Fakat benim yaptığım daha hafif oldu, nedenini de az sonra öğreneceksiniz:

Malzemeler:
  • 1 bardak un
  • 1 poşet kabartma tozu
  • 1/2 çay kaşığı tuz
  • 1/4 bardak şeker
  • 1/2 çay kaşığı toz tarçın
  • 40-50gr yağ
  • 1 yumurta, çırpılmış
  • 1/2 bardak süt
  • 2 Amasya elması (ya da herhangi bir büyük kırmızı elma)
Fırını 200 dereceye ayarladıktan sonra, 20-25cm genişliğinde bir kabı yağlıyoruz. Aslında tarifte 9" diyor, yani  22.5cm genişliğinde, fakat bence malzemelerden çıkan kek tarifteki bir kabı doldurmuyor. O yüzden ince olsun isterseniz 20-25cm çapında bir kabı kullanın, ama şöyle ağzıma gelsin diyorsanız ya malzemeleri artırın ya da kabı küçültün derim.

Un, kabartma tozu ve tuzu karıştıralım. Ayrı bir kapta da tarçınla şekeri. Tereyağını ben genelde mikrodalgada eritip öyle koyuyorum, bir şekilde eritip keke kattığınızda hem daha çabuk karışıyor, hem de nedense tadının daha güzel olacağına dair bir inanç duyuyorum. Tereyağını yumurtayla iyice çırptıktan sonra, önce un karışımının bir kısmını, sonra sütün yarısını, sonra un karışının birazını daha, sütün kalanını ve en son unun da devamını ekleyerek herşeyi birbirine karıştıralım. Yani sırasıyla un, karıştır, süt, karıştır, un, karıştır, süt, karıştır, un, karıştır kodlamasıyla yumurtalı yağa ekleyelim.

Karışımın yarısını kalıba dökelim, dilimlenmiş elmalarımızı üzerine yayalım, kalanını da dökerek fırına atalım. 25 dakika dursun o orda, sora da çıkarıp afiyetle yiyelim.

Ben şekerli tarçını, keki fırına atmadan hemen önce karışımın üzerini örtecek şekilde dökmüştüm, gerçi fazla değil yani o 1/4 bardağın taş çatlasa yarısını kullandım herhalde. Ama kek istediğim gibi kabarmadı, yani karışımın miktarı azdı, o yüzden istese de fazla kabaramaz mıydı, yoksa tarçınlı şekerden dolayı mı kabarmadı emin değilim. Dolayısıyla tarçınlı şekeri isterseniz keki fırına atmadan önce, isterseniz de çıkarmaya yakın, ya da fırını kapadıktan sonra dökebilirsiniz. Böylece hep beraber deneyip görmüş oluruz.

Orjinal tarifte 2/3 bardak şeker kullanılıyor, bunun yarısı elmaların üzerine, diğer yarısı da demin anlattığım gibi kekin bütünün üzerine boca ediliyor. Sizin diyet cinleriniz yoksa, bu versiyonla da pişirmenizi tavsiye ederim, eminim o da güzeldir. Ben şayet, yapmam, yapamam, yapanınkini de yemem :)


JYKLL & HYDE YOĞURDU
Sabah kahvaltılık, akşam tatlı

Aslında yapması çok kolay, kendisini Van Kahvaltıcısı'nda, tatlı niyetine tarifini de şurada görmüştüm. Tek yapacağınız, varsa süzmesini, yoksa normalini aldığınız yoğurdun üzerinde balla janjanlı desenler çizerek, biraz da kırılmış ceviz yahut fındık atmak. Ekmeğe banıp yendiğinde bal-kaymağın yerini tutmasa da, yokluğunu aratmaz. Baktınız akşama kaldı, akşam yemeğinden sonra da özgürce kaşıklanabilir.

Resimde gördüğünüz versiyonu, süzme yoğurt ve fındıkla yapılmıştır. İsmi cheezy bulanlara buradan seslenmek isterim: diğer alternatifimiz "üzerine kuruyemiş serpiştirilmiş ballı süzme yoğurt" olacak, kabul ediyor musunuz?
 
ACUKA (MUHAMMARA) 
Güneyden gel acı acı

Bilmiyorum sabah kahvaltısında ezme yer misiniz ama benim böyle pis bir midem var, napayım. Aslında ezme oldu mu, beyaz peynir ve ekmekle beraber yiyip başka da birşey yemem - yani düşündüğünüz denli de pis  olmayabilir de - ama çok zahmetli gözüktüğü halde yapılması kolay olduğu için brunch'ta servis etmekte bir beis görmedim.

Malzemeler:
  • 4 çorba kaşığı biber salçası
  • 2 çorba kaşığı domates salçası
  • 3 diş sarımsak
  • 2 dilim (tercihen bayat) ekmek
  • Yarım su bardağı ceviz 
  • Zeytinyağı
  • Arzuya göre: kırmızı biber, kimyon vs baharatlar

Tek yapacağınız bütün malzemeleri rondoya atıp çekmek, sağlam olması için de elle karıştırmak. 


ZEYTİN MEDLEY
Karıştır!


Bu da son derece basit olmasına karşın mikemmel bir tat. İtalyan restoranlarında yemekten önce  zeytinyağı getirirler hani, içinde balsamik sirke, sarımsak, zeytin ezmesi neyin olur. Oysa İtalyan restoranını eve getirmek neden istemeyelim ki? Karıştırın iki çeşit zeytini, kurutulmuş domatesi, atın içine zevkinize göre sarımsak, kekik, isot, balsamik... amma zeytinyağı hasından olacak.



Devamı? Başka brunchlara elbet.... Benim rejime tekrar bir girip çıkmamı bekleyiniz anacım.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Her işin kolayı: Kahveyi bıraksaydınız yerine ne içerdiniz?

Diyet kola'dan sonra kahveyi de bırakmaya hazırlanıyorum. Bırakmak dediğim hiç içmemek değil. Ama güne kahveyle başlamamak, ve de her gün kahve içmemek. Yani kahveyi gündelik rutinimin bir parçası haline getirmemek. Kahve, arada sırada keyif için içtiğim, böyle içine kremalar neyin karıştırarak değil de, tadını alabildiğim birşey olmalı. Mümkünse Kenya'yla Colombia kahvesini ayırdedebilmeliyim. Daha az selülit, daha çok tat anlamına gelmeli benim için kahve.


Tabi bu, her gün kahve içmeyeceksek ne içiceez ki? sorusunu da beraberinde getiren bir durum. Zaten sabahtan akşama kadar demli çay tüketen bir milletiz, çayın da hasından anlarız evet, ama çay illa ki siyah çay olmak zorunda değil. Yeşil çay bile olmak zorunda değil. Ihlamuru var, adaçayı var. Ben poşet çayları pek tercih etmiyorum mecbur kalmadıkça. İçine,hızlı demlenmesi ve güzel renk vermesi için birşeyler koyduğunu düşünüyorum hazır poşet çayların. Bitki çayı içmeyen arkadaşlarım ise en çok tadından şikayet oluyor böyle çayların. O yüzden size, her gün içmek aklımıza gelmeyen 3 çay önereceğim. Taze, yararlı ve en önemlisi, kokusu bile sizde içme isteği uyandıran:



TAZE NANE ÇAYI 
Nane, yalnızca mideniz yatıştırmakla kalmaz, böyle hoş bir rehavet de verir çöksün diye üzerinize. Ama daha önce içtiyseniz bilirsiniz, kuru nane çayıyla kıyas bile götürmez, tazesini tek geçerim. Ben kuru nane çayını yavan buluyorum şahsen.
Yapacağınız tek şey, taze nane yapraklarını yıkayıp, kaynadıktan sonra dinlenceden olan sıcak suya koymak. Arzu ederseniz bir iki dilim limon, acı geliyorsa da bir kaşık bal koyup afiyetle içebilirsiniz.


YASEMİN ÇAYI
İçine yasemin çiçekleri eklenmiş yeşil çay bu esasen. Tadı da yeşil çay gibi zaten sadece daha tatlı, ama kokusu işte... olayı koparıyor. Antioksidan olması bi yana, zayıflattığı da söylenmekte.


Marketlerde hazır poşet çay olarak da satılıyor ama ben yaprak olarak almanızı tercih ederim. Bir de böyle minik veya büyük inci şeklinde olanlar var, suya attığınızda çiçek gibi açılıyor. Resimde bardağın içinde gördüğünüz canavar, aslında açılmış bir yasemin çayı incisi.


ELMA ÇAYI
Evet, hep aynı muhabbet, bunun da poşet olanı var. Ama aktardan çay yapmak için kurutulmuş elma parçaları alıp, içine de ikiye böldüğünüz bir tarçın çubuğunu koyduğunuzda aldığınız tat çok farklı. Ben koymadım, ama gerçek bir elmanın kabuğunu da soyup elma çayınıza atabilirsiniz. Hem görünümü, hem tadı güzel olur diye düşünüyorum.




Siz neler içmekten hoşlanıyorsunuz? Ya da tavsiye edebileceğiniz başka güzel çaylar var mı?

31 Ocak 2011 Pazartesi

Kafa karıştıran: Adamın ömründen çalar bu serbest radikaller...



Body Worlds'e gittim bugün.

İkinci kez. It was simply that good.



Hani birincide anlamamış olabilirim, anladıysam da anlatamamış olabilirim. Bakalım şindi anlamış mıyım, ve de anlatabiliyor muyum?

1. Yaşlanma, olgunluğa ulaşmış insanların belli bir yaştan sonra deneyimledikleri bir yaşam evresi değil,  bizim "büyüme ve gelişme" olarak da adlandırdığımız bölümü de kapsayan, doğumdan ölüme kadar yavaş yavaş devam eden bir süreçtir.




2. Bu süreç boyunca hücreler sürekli bölünür, böylece insan da büyür ve gelişir. Ama DNA'nın hücre bölünmesi "mitosis" için kopyalanması sırasında "telomere" denen DNA'nın en uçtaki noktası kopyalanamaz. Burada "telomerase" diye bir enzim, kopyalanma işlemini kontrol eder, en uçtaki noktasıyla ilgili yapılan hatayı düzeltir, eksik kopyalanan kısmı tamir eder. Ancak normal bir yetişkin vücut hücresinde "somatic cell"de, telomerase aktivitesi yoktur. Dolayısıyla hücreler bölündükçe, telomerler kısalmaya başlar. Bölündükçe kısalır, bölündükçe kısalır - ta ki, işlevini kaybedene veya daha fazla bölünemeyinceye ve ölünceye dek. 
 

3. Kanserli bir hücrede telomerase bulunur, dolayısıyla sonsuza kadar korkmadan manyak bir hızla çoğalabilirler.

4. Bir de hücrede, enerji üretimi sırasında ortaya çıkan "serbest radikaller" var. Tıpkı bişiyleri yaktığınız zaman çıkan zararlı duman gibi. Arabadan çıkan egzos gibi. Bunlar bizim filmimizin kötü adamları: çünkü eksik bir elektronları olduğu için kafaları karışık, o elektronu kompleks yapıyorlar ve başkalarından çalmaya çalışıyorlar. O kararsızlıkla, hücre bölünmesi sırasında, vücudun doğal olarak göreceği zararı, yani telomerlerin kısalmasını bir anda hızlandırıp, DNA yapısını iyice bozuyorlar. Nasıl yaptıklarını sormayın artık o kadar detayı ne ben anlayabilirim, ne de anlatabilirim. Ama vücudunuzun "içten dışa paslanması" olarak anlayabileceğimiz bir duruma yol açıyorlar özetle.


5. Bu yüzden, serbest radikal düşmanı "anti-oksidanlar"la yakinen dost olmalıyız. Anti-oksidanlar serbest radikallere acıyıp birer elektronlarını bağışlıyorlar, ki serbest radikaller ihtiyacı olandan almaya kalkmasın.

6. Ve de "serbest radikal"lerin arkadaşlarından uzak durmalıyız.
Hala bişi anlamadıysanız, tamamen benim hatam mı bilemiyorum, ama şöyle diyeyim:
* Sigara, güneş ışığı ve diğer UV ışınları (solaryum neyin), hava kirliliği, stress gibi vücudunuzdaki serbest radikallerin sayılarını katbekat artıracak çevresel faktörlerden uzak durmalı,

* Taze sebze ve meyve (özellikle C vitamini içeren ve kırmızı meyveler), sıvı yağlar, çay-kahve, soya, tarçın, kekik, kırmızı şarap ve yumurta gibi bol anti-oksidan içeren gıdalar almalı, vücudumuza fazla yağ almaktan uzak durmalıyız - ki bunun için de gerekirse yalnızca 80% doyarak kalori alımımızı kısmalıyız (yağlar, yakıldıklarında en çok serbest radikal üreten şeylerden biriymiş, dolayısıyla bugün yiyeyim, yarın veririm yapmamak lazım, bi kere aldınız mı yakarken yine yaşlanıyor olacaksınız. Ama korkmayın, bu blogda da size meyve ve sebzeleri olabildiğince lezzetli yapmanın yollarından bahsedeceğim. Hayır, ben bilmiyorum, ben de sizle birlikte öğreneceğim.)




7. Kaslar da, zihin de kullanılmadıkça işlevlerini ve esnekliklerini yitiriyorlar. Dolayısıyla egzersizi bir yaşam tarzı haline getirmeli, her yaşta yeni birşeyler öğrenmeye açık olmalıyız. (Her on senede bir yeni bir dil mi çözsem napsam :) ?)

8. Stresten uzak durmalı, hayata ve insanlara bağlı kalmalı, iyimser kalmaya çalışmalıyız. (Mutluluk bir seçimdir, unutmayın.) 


Yani anlayacağınız, hayatın kendisi yaşlanmak. Yolculuktan kaçış yok, ama en azından onu kaliteli bir gezi haline getirmemiz mümkün. Vücudumuz mikemmel bir makina, ve bu mükemmellik dahi onu çok sevmemiz ve ona iyi bakmaya karar vermemiz için yeterli.

Tamam, belki çok edebiyat parçaladım.
Bu söylediklerim belki size hiçbirşey ifade etmedi, belki ilgilendiniz, belki de çok saçma buldunuz. Olabilir.


Ben geçen defa Body Worlds'e gittiğimde bu öğrendiklerim beni çok heyecanlandırmıştı, ama bir süre sonra unutmaya başladım. Dolayısıyla bu yazdıklarım bir yerde kendi kendime de neden sağlıklı olmam gerektiğini, ve bunu yapmanın yolunun ne olduğunu hatırlatmamın bir yolu. 

I thank you for bearing with me. 
Xoxo, 

27 Ocak 2011 Perşembe

Kafa karıştıran: Neden 15 gündür yazmıyorum?

Çünkü diyetteydim.

Evet, çok önemli, çok ağır - metabolizmamı altüst eden bir diyeti sürdürmekten hiçbir şeye vaktim kalmamıştı.

Vücudum sürekli bitkin, şiş ve mutsuzdu.

Gerçekte böyle görünmüyorum. Ama bikaç seneye bi daha konuşalım.
İnsan diyete girince bunlar olur mu? Olabilir de, olmayabilir de. Ola ki akşam yemeği yerine bir litreye yakın Carte d'or yiyorsanız bunların olması çok mantıklı. Yediğiniz şey soğuk su, şeker, süt tozu ve aroma oluyor. Ne bir vitamin var içinde ne birşey. Sadece şekerli su. Serum gibi. Ama gereğinden çok ama çok fazla. Ve besleyici değeri olmayanından.

Bazen de akşam yemeği yerine McDonalds'dan veya Burger King'den, ya da midemizin gücüne güveniyorsak Kentucky Fried Chicken'dan - menü söylüyorduk. Çok saçma - evde ev yemeği var sen niye böyle saçmalıyorsun diyecek bir Allah'ın kulu yoktu yanımızda.

Çok yalnızdık anlıyor musunuz? Uçurumdan aşağı yuvarlanıp gidiyorduk. Bataklıkta boğuluyorduk ama kimse biz (burası slow-motion) DUuuuUuuuRR! demiyordu.

Neyse ki paperlarımı bitirdim. Sınavları okuyup notları sağlıcakla teslim ettim. Geçtiğimiz Pazar, Pazartesi ve Salı günleri boyunca toplamda 3.5 saat uyudum. İnsan bu kadar düzensiz bir hayat sürünce haliyle sabah 6.5'ta acıkıp köfteli sandviç yapmak isteyebiliyor.

Zaten pek de düşünmüyor ne yediğini.

Neyse ki hepsi bitti.

Geçti artık, geçti.... herşey (burası Amerikan filmi dublajıyla) düzelecek, lanet olsun.

KISSADAN HİSSEMİZ:

Eveet, insan hata yapmayı engelleyemiyor pek tabii ama en azından hatalarımızdan ders almaya bakabiliriz.
Güzel görünüyor değil mi? Aaah, kutuda durduğu gibi durmuyor ki. Şimdi gerçekten neler yediğimize bir bakalım:



Şimdi hesabını yapalım: 
900ml /100 ml * 150 kcal = 1350 kcal. Yani ben aslında bir kutu dondurma yiyerek günlük ihtiyacı 2000kcal olan bir insanın (ki benimki herhalde 1800 civarındadır) bir günde alması gereken kalorinin %68'ini, yani yani neredeyse 2/3'ünü bi seferde almış oluyorum. "Ok that's not too bad" diyebilirsiniz. Biz onu montajda türkçeye çeviririz. 
Ya yağ? 900 ml / 100 ml * 7 gr = 63 gr. 
Şimdi, http://hubpages.com/hub/How-To-Burn-1000-Calories adresinden aldığım bilgiye göre, 500 kcal yakmak için 150 lbs (aşağı yukarı 68kg) olan bir insanın 58 dakika yüzmesi veya 55 dakika bisiklet binmesi, ya da 2 saat 6 dakika boyunca saatte 4.8km hızla yürümesi gerekiyor. Ola ki bu kilodan zayıfsanız, hesabını yapamam ama daha çok çalışmanız gerekeceğine eminim. Bu biirr.... Peki 1350 kaloriyi nasıl yakacağız sorusu baki kalmakta: 1350 kcal, 500kcal'in 2.7 katı. Yani bu hesapla, bir kutu Carte d'Or Kurabiye Güzeli'nin cezası: 156.6dk yüzmek (aşağı yukarı tabii, ve de 2.5 saat yapar) ya da 148,5dk bisiklet binmek (yine 2.5 saate denk geliyor, orta boy bir şehir turu yani) veyahut saatte 4.8km hızla 340dk yani 5 saat 40dk boyunca yürümeniz gerekiyor. Hatırlatırım, 68 kg'dan daha zayıfsanız bu cezalara ekleme yapmak gerekiyor.

İnternetin engin dehlizlerinden topladığım bilgilere göre, KFC'de bir adet Hot Wings, 70kcal. (5gr yağ, 3gr karbonhidrat, 4gr da protein) Bir kovada 30 adet Hot Wings varsa, siz de 10 tanesini yiyorsanız, tabii sosları, ekmekleri, coleslawı/patatesi/püreyi/gravy'i/mısırı fln hiiiç saymıyorum: net 700kcal değerinde 50gr yağ, 3gr karbonhidrat ve 40gr da protein alıyorsunuz. 700 kcal'i yakmak ise: offf.... hesabı bırakıyorum.

 Bu yazıyı bitirmeden iki şeye daha bakmam gerek, en çok yediğim iki menüye daha. Bu noktadan itibaren yüreğiniz kaldırmayacaksa naçizane önerim artık okumayı bırakın.

Yok diyorsanız, artık girdik bir yola, haydi söyle bana.... Hazır olun. Bundan sonrası çok acı olacak. Neden mi? Çünkü aslında siz aşağıdaki Whopper'ı yiyeceğinizi zannederken aslında şunu yiyorsunuz: 



Aha da bir Whopper Menu'nun besleme değerleri:

 600kcal bir Whopper + 164kcal Orta boy kola + 322kcal Orta boy patates (ki standart olarak artık büyük vermeye başladılar galiba [gitgitde obez Amerika'ya mı dönüşüyoruz noluo?]) = 1086kcal. Ve 50gr yağ. Ve 131 gr karbonhidrat. Ve 30gr protein. Ve 51 gr şeker.



Vurdu mu yeterince?

Devam: McDonalds'da en sevdiğim menu: Big Mac Menu. Ben her seferinde şunu yediğimi zannediyorum ve paket içinde gelince de herhalde paketten şekli bozuldu diyorum, ama iş öyle değil: 


www.whatyoureallyget.com sayfasında bu resimlerin nicelerini bulabilirsiniz.




 1 BigMac 480kcal + 1 Orta Boy Patates 280kcal + 1 Orta Boy kola 113kcal = 873 kcal. 

Bi de üzerine McFlurry çaktınız mı eder size: 1195kcal. Diğer bir deyişle 39gr protein. 153gr karbonhidrat. 47gr yağ. 69gr şeker.

I rest my case. 

Allah beni ıslah etsin.

Size de afiyet olsun.