31 Ocak 2011 Pazartesi

Kafa karıştıran: Adamın ömründen çalar bu serbest radikaller...



Body Worlds'e gittim bugün.

İkinci kez. It was simply that good.



Hani birincide anlamamış olabilirim, anladıysam da anlatamamış olabilirim. Bakalım şindi anlamış mıyım, ve de anlatabiliyor muyum?

1. Yaşlanma, olgunluğa ulaşmış insanların belli bir yaştan sonra deneyimledikleri bir yaşam evresi değil,  bizim "büyüme ve gelişme" olarak da adlandırdığımız bölümü de kapsayan, doğumdan ölüme kadar yavaş yavaş devam eden bir süreçtir.




2. Bu süreç boyunca hücreler sürekli bölünür, böylece insan da büyür ve gelişir. Ama DNA'nın hücre bölünmesi "mitosis" için kopyalanması sırasında "telomere" denen DNA'nın en uçtaki noktası kopyalanamaz. Burada "telomerase" diye bir enzim, kopyalanma işlemini kontrol eder, en uçtaki noktasıyla ilgili yapılan hatayı düzeltir, eksik kopyalanan kısmı tamir eder. Ancak normal bir yetişkin vücut hücresinde "somatic cell"de, telomerase aktivitesi yoktur. Dolayısıyla hücreler bölündükçe, telomerler kısalmaya başlar. Bölündükçe kısalır, bölündükçe kısalır - ta ki, işlevini kaybedene veya daha fazla bölünemeyinceye ve ölünceye dek. 
 

3. Kanserli bir hücrede telomerase bulunur, dolayısıyla sonsuza kadar korkmadan manyak bir hızla çoğalabilirler.

4. Bir de hücrede, enerji üretimi sırasında ortaya çıkan "serbest radikaller" var. Tıpkı bişiyleri yaktığınız zaman çıkan zararlı duman gibi. Arabadan çıkan egzos gibi. Bunlar bizim filmimizin kötü adamları: çünkü eksik bir elektronları olduğu için kafaları karışık, o elektronu kompleks yapıyorlar ve başkalarından çalmaya çalışıyorlar. O kararsızlıkla, hücre bölünmesi sırasında, vücudun doğal olarak göreceği zararı, yani telomerlerin kısalmasını bir anda hızlandırıp, DNA yapısını iyice bozuyorlar. Nasıl yaptıklarını sormayın artık o kadar detayı ne ben anlayabilirim, ne de anlatabilirim. Ama vücudunuzun "içten dışa paslanması" olarak anlayabileceğimiz bir duruma yol açıyorlar özetle.


5. Bu yüzden, serbest radikal düşmanı "anti-oksidanlar"la yakinen dost olmalıyız. Anti-oksidanlar serbest radikallere acıyıp birer elektronlarını bağışlıyorlar, ki serbest radikaller ihtiyacı olandan almaya kalkmasın.

6. Ve de "serbest radikal"lerin arkadaşlarından uzak durmalıyız.
Hala bişi anlamadıysanız, tamamen benim hatam mı bilemiyorum, ama şöyle diyeyim:
* Sigara, güneş ışığı ve diğer UV ışınları (solaryum neyin), hava kirliliği, stress gibi vücudunuzdaki serbest radikallerin sayılarını katbekat artıracak çevresel faktörlerden uzak durmalı,

* Taze sebze ve meyve (özellikle C vitamini içeren ve kırmızı meyveler), sıvı yağlar, çay-kahve, soya, tarçın, kekik, kırmızı şarap ve yumurta gibi bol anti-oksidan içeren gıdalar almalı, vücudumuza fazla yağ almaktan uzak durmalıyız - ki bunun için de gerekirse yalnızca 80% doyarak kalori alımımızı kısmalıyız (yağlar, yakıldıklarında en çok serbest radikal üreten şeylerden biriymiş, dolayısıyla bugün yiyeyim, yarın veririm yapmamak lazım, bi kere aldınız mı yakarken yine yaşlanıyor olacaksınız. Ama korkmayın, bu blogda da size meyve ve sebzeleri olabildiğince lezzetli yapmanın yollarından bahsedeceğim. Hayır, ben bilmiyorum, ben de sizle birlikte öğreneceğim.)




7. Kaslar da, zihin de kullanılmadıkça işlevlerini ve esnekliklerini yitiriyorlar. Dolayısıyla egzersizi bir yaşam tarzı haline getirmeli, her yaşta yeni birşeyler öğrenmeye açık olmalıyız. (Her on senede bir yeni bir dil mi çözsem napsam :) ?)

8. Stresten uzak durmalı, hayata ve insanlara bağlı kalmalı, iyimser kalmaya çalışmalıyız. (Mutluluk bir seçimdir, unutmayın.) 


Yani anlayacağınız, hayatın kendisi yaşlanmak. Yolculuktan kaçış yok, ama en azından onu kaliteli bir gezi haline getirmemiz mümkün. Vücudumuz mikemmel bir makina, ve bu mükemmellik dahi onu çok sevmemiz ve ona iyi bakmaya karar vermemiz için yeterli.

Tamam, belki çok edebiyat parçaladım.
Bu söylediklerim belki size hiçbirşey ifade etmedi, belki ilgilendiniz, belki de çok saçma buldunuz. Olabilir.


Ben geçen defa Body Worlds'e gittiğimde bu öğrendiklerim beni çok heyecanlandırmıştı, ama bir süre sonra unutmaya başladım. Dolayısıyla bu yazdıklarım bir yerde kendi kendime de neden sağlıklı olmam gerektiğini, ve bunu yapmanın yolunun ne olduğunu hatırlatmamın bir yolu. 

I thank you for bearing with me. 
Xoxo, 

27 Ocak 2011 Perşembe

Kafa karıştıran: Neden 15 gündür yazmıyorum?

Çünkü diyetteydim.

Evet, çok önemli, çok ağır - metabolizmamı altüst eden bir diyeti sürdürmekten hiçbir şeye vaktim kalmamıştı.

Vücudum sürekli bitkin, şiş ve mutsuzdu.

Gerçekte böyle görünmüyorum. Ama bikaç seneye bi daha konuşalım.
İnsan diyete girince bunlar olur mu? Olabilir de, olmayabilir de. Ola ki akşam yemeği yerine bir litreye yakın Carte d'or yiyorsanız bunların olması çok mantıklı. Yediğiniz şey soğuk su, şeker, süt tozu ve aroma oluyor. Ne bir vitamin var içinde ne birşey. Sadece şekerli su. Serum gibi. Ama gereğinden çok ama çok fazla. Ve besleyici değeri olmayanından.

Bazen de akşam yemeği yerine McDonalds'dan veya Burger King'den, ya da midemizin gücüne güveniyorsak Kentucky Fried Chicken'dan - menü söylüyorduk. Çok saçma - evde ev yemeği var sen niye böyle saçmalıyorsun diyecek bir Allah'ın kulu yoktu yanımızda.

Çok yalnızdık anlıyor musunuz? Uçurumdan aşağı yuvarlanıp gidiyorduk. Bataklıkta boğuluyorduk ama kimse biz (burası slow-motion) DUuuuUuuuRR! demiyordu.

Neyse ki paperlarımı bitirdim. Sınavları okuyup notları sağlıcakla teslim ettim. Geçtiğimiz Pazar, Pazartesi ve Salı günleri boyunca toplamda 3.5 saat uyudum. İnsan bu kadar düzensiz bir hayat sürünce haliyle sabah 6.5'ta acıkıp köfteli sandviç yapmak isteyebiliyor.

Zaten pek de düşünmüyor ne yediğini.

Neyse ki hepsi bitti.

Geçti artık, geçti.... herşey (burası Amerikan filmi dublajıyla) düzelecek, lanet olsun.

KISSADAN HİSSEMİZ:

Eveet, insan hata yapmayı engelleyemiyor pek tabii ama en azından hatalarımızdan ders almaya bakabiliriz.
Güzel görünüyor değil mi? Aaah, kutuda durduğu gibi durmuyor ki. Şimdi gerçekten neler yediğimize bir bakalım:



Şimdi hesabını yapalım: 
900ml /100 ml * 150 kcal = 1350 kcal. Yani ben aslında bir kutu dondurma yiyerek günlük ihtiyacı 2000kcal olan bir insanın (ki benimki herhalde 1800 civarındadır) bir günde alması gereken kalorinin %68'ini, yani yani neredeyse 2/3'ünü bi seferde almış oluyorum. "Ok that's not too bad" diyebilirsiniz. Biz onu montajda türkçeye çeviririz. 
Ya yağ? 900 ml / 100 ml * 7 gr = 63 gr. 
Şimdi, http://hubpages.com/hub/How-To-Burn-1000-Calories adresinden aldığım bilgiye göre, 500 kcal yakmak için 150 lbs (aşağı yukarı 68kg) olan bir insanın 58 dakika yüzmesi veya 55 dakika bisiklet binmesi, ya da 2 saat 6 dakika boyunca saatte 4.8km hızla yürümesi gerekiyor. Ola ki bu kilodan zayıfsanız, hesabını yapamam ama daha çok çalışmanız gerekeceğine eminim. Bu biirr.... Peki 1350 kaloriyi nasıl yakacağız sorusu baki kalmakta: 1350 kcal, 500kcal'in 2.7 katı. Yani bu hesapla, bir kutu Carte d'Or Kurabiye Güzeli'nin cezası: 156.6dk yüzmek (aşağı yukarı tabii, ve de 2.5 saat yapar) ya da 148,5dk bisiklet binmek (yine 2.5 saate denk geliyor, orta boy bir şehir turu yani) veyahut saatte 4.8km hızla 340dk yani 5 saat 40dk boyunca yürümeniz gerekiyor. Hatırlatırım, 68 kg'dan daha zayıfsanız bu cezalara ekleme yapmak gerekiyor.

İnternetin engin dehlizlerinden topladığım bilgilere göre, KFC'de bir adet Hot Wings, 70kcal. (5gr yağ, 3gr karbonhidrat, 4gr da protein) Bir kovada 30 adet Hot Wings varsa, siz de 10 tanesini yiyorsanız, tabii sosları, ekmekleri, coleslawı/patatesi/püreyi/gravy'i/mısırı fln hiiiç saymıyorum: net 700kcal değerinde 50gr yağ, 3gr karbonhidrat ve 40gr da protein alıyorsunuz. 700 kcal'i yakmak ise: offf.... hesabı bırakıyorum.

 Bu yazıyı bitirmeden iki şeye daha bakmam gerek, en çok yediğim iki menüye daha. Bu noktadan itibaren yüreğiniz kaldırmayacaksa naçizane önerim artık okumayı bırakın.

Yok diyorsanız, artık girdik bir yola, haydi söyle bana.... Hazır olun. Bundan sonrası çok acı olacak. Neden mi? Çünkü aslında siz aşağıdaki Whopper'ı yiyeceğinizi zannederken aslında şunu yiyorsunuz: 



Aha da bir Whopper Menu'nun besleme değerleri:

 600kcal bir Whopper + 164kcal Orta boy kola + 322kcal Orta boy patates (ki standart olarak artık büyük vermeye başladılar galiba [gitgitde obez Amerika'ya mı dönüşüyoruz noluo?]) = 1086kcal. Ve 50gr yağ. Ve 131 gr karbonhidrat. Ve 30gr protein. Ve 51 gr şeker.



Vurdu mu yeterince?

Devam: McDonalds'da en sevdiğim menu: Big Mac Menu. Ben her seferinde şunu yediğimi zannediyorum ve paket içinde gelince de herhalde paketten şekli bozuldu diyorum, ama iş öyle değil: 


www.whatyoureallyget.com sayfasında bu resimlerin nicelerini bulabilirsiniz.




 1 BigMac 480kcal + 1 Orta Boy Patates 280kcal + 1 Orta Boy kola 113kcal = 873 kcal. 

Bi de üzerine McFlurry çaktınız mı eder size: 1195kcal. Diğer bir deyişle 39gr protein. 153gr karbonhidrat. 47gr yağ. 69gr şeker.

I rest my case. 

Allah beni ıslah etsin.

Size de afiyet olsun. 







12 Ocak 2011 Çarşamba

Yeme de yanında yat: Somon Izgara, Körili Pirinç, Susamlı Brokoli ve Dondurmasız Dondurma!

Sağlıklı yemeklerden ödün vermek yok! Üstelik pişirmesi yarım saat bile sürmedi!


Somonu bu saatte nereden mi buldum? Buzluktan. Daha önce Carrefour'dan dilim dilim aldığım somonları tek tek buzdolabı poşetinde buzluğa kaldırmış idim, mikrodalga'da çözüp, ikiye böldüm. Tavaya yağ bile koymadım, somonun kendisi yağlı zaten. Her iki tarafını da 5-6 dakika kadar pişirince afiyet bal şeker oldu, üzerine de azıcık karabiber... tamam oldu.

KÖRİLİ PİRİNÇ
Pirinç diyorum çünkü bu yaptığımız şeye pilav demek pek mümkün değil. Keza yine içinde bir gıdım yağ olmadığı gibi, aynı tadı da vermiyor ne yalan söyleyeyim.


Yalan, aslında dibine bir yemek kaşığı kadar bir yağ döküyorum, yapışmasın diye. Ama o kadarcık.


Malzemeler: 
(2 kişilik)


1 ölçü yasemin pirinci
1.5 ölçu su
1 kahve fincanı mısır (ben genelde donmuş mısır kullanıyorum)
1 yemek kaşığı köri
1 tutam tuz


Evet, bu kadar.
1. Pirinci 10-15dk kadar ıslatıp, arkasından da 2-3 su yıkadıktan sonra, 1 yemek kaşığı zeytinyağı koyduğumuz kabımıza dökelim.
2. Aynı pilav ölçüsü gibi 1 ölçü pirince 1.5 ölçu su ekleyip, tuzumuzu, 1 yemek kaşığı körimizi (arzuya göre azaltıp artılılabilir) ve mısırımızı da tencereye koyup karıştıralım.
3. Bir süre kaynadıktan sonra altını kısıp bir on ila on beş dakika kadar daha pişirmeye devam edelim.


Bütün bunlar olup biterken, önemli olan tencerenin kapağını açıp buharını kaçırmamak. Pirincimiz pişince kaşığın tersiyle karıştırabiliriz. Farkedeceksiniz ki, pirinç pofidik pufidik, yumuşacık bişi olacak. Alıştığınız bir tat olmayabilir, ama ben seviyorum. Üstelik yağ konmamış pirinçten gönül rahatlığıyla ve hiçbir şekilde kilo alacğaım diye vicdan yapmadan yiyebilirsiniz.

SUSAMLI BROKOLİ
Malzemeler:
(2 kişilik)


Bir ufak, ya da yarım büyük baş brokoli
1 domates (ben 5 tane cherry domates kullandım)
3 diş sarmısak
1 tatlı kaşığı zencefil tozu
2 yemek kaşığı kadar susam
1 yemek kaşığı zeytinyağı
Soya sosu


1. Brokolilerimizi ufak ufak kesip, iyice yıkayalım.
2. Domatesleri de ufak dilimleyelim. Ben her bir cherry domatesi dörde böldüm mesela. Gerçi benim domateslerim biraz iriceydi, ufak cherryleri ikiye bölseniz, hatta hiç bölmeseniz de olur sanki.
3. Sarımsakları ezelim, ya da ince ince doğrayalım.
4. Yine yapışmasın diye tavaya döktüğümüz zeytinyağımızın ardından brokolileri, sonra domatesleri sonra da sarımsak ve susamları ekleyerek karıştıralım. Brokolilerin rengi hafifçe değişmeye başladığında, yani birkaç dakika içinde soya sosunu ve zencefilimizi da ilave edelim.


Brokoli son derece hızlı pişer, dolayısıyla burada önemli olan fazla pişirmemektir ki vitamini kaçmasın. Bir de, pişirirken iyice çevirmek gerek ki bu kısa süre içinde her tarafı iyice pişsin.


Afiyet olsun efenim!




Veeee......

DONDURMASIZ DONDURMA
Malzeme: Muz.


  Leydiz and centelmene, yanlış duymadınız. Sadece ve sadece muz! Tarifin aslı şurada. Ben iki kişilik dondurma için 3 adet muz aldım. Soyup dilimledikten sonra da buzluğa koyup dondurdum.






2 saat kadar sonra çıkartıp rondoda iyice çektim. Başta bütür pütürken sonra yavaştan kremsi bi kıvam almaya başladı.






 

Tam bu noktada arzuya göre içine toz çikolata, tarçın veya hindistan cevizi ekip çekmeye devam ettikten sonra, yine arzuya göre üzerine fındık, ceviz veya çikolata sosu eklenerek servis yapabilirsiniz. Yaratıcılığınızı zorlayın, siz muzla ne yemek isterdiniz?






Ben orijinal tarifin (yani sadece muzun) içine biraz tarçın ekleyip dövülmüş fındıkla servis yaptım.






Tek kelimeyle "inanılmaz" oldu!

7 Ocak 2011 Cuma

Bak bir de bu var: Çirkin Ayakkabılarla Güzel Bacaklar

Reebok - Easytone. Taş gibi bacaklara geel!
Bu ayakkabılar kadar çirkinini, iddia ediyorum, görmediniz!


Geçtiğimiz Ekim New York'tayım. Amerika yıkılıyorrrr... bütün billboardlar, bütün Foot Locker'larda hep o garip çirkin ayakkabılar: altı şişkin, yuvarlak, burnu ve topuğu havada, sanki kumda çıplak ayak yürüyormuşsunuz hissi veren bu ayakkabılar, sokakta giydiğiniz zaman normalden 20-30% daha fazla kalori yakmanızı sağlıyor, bacaklarınızı şekillendiriyormuş rivayet o ki. 


Birkaç marka çıkartmış bu ayakkabılardan:
*Reebok - Easy Tone
*Sketchers - Shape-Ups
*New Balance- True Balance


En güzeli bunlar, ama işe yaramıyor diyorlar.
Hemen koydum kafaya: dönmeden bir tane almak gerek.Biraz gezdiktan sonra anlaşıldı ki aslında en güzel görüneni tabii ki de New Balance'tı. Ama Lady Foot Locker'da bize yardımcı olan kadının söylediğine göre, New Balance'lar gerçekten zayıflatmıyormuş. Sketchers ve Reebok alanlar ise kısa bir süre sonra bir ikincisini almak için mağazaya geri dönüyormuş. Artık ben onun yalancısıyım.


Böylece ben de kendime minnoş bir Sketchers Shape-Ups aldım. Az kalsın Çınar'a da bir tane alıcaktım, ama Serden Abla (bilmeyenler için Çınar'ın ablası) beni zor tuttu. - ama haklı yani gerçekten çok çirkin bu ayakkabılar.


Şimdi işin bir de gerçeği var ki - New York'ta millet takım elbisenin altına bile spor ayakkabı giyerek işe giderken, kimse kimsenin ne giydiğine bakmazken bu ayakkabıları alıp da giymek dünyanın en kolay şeyi: üstelik inanılmaz eğlenceli. Başta üzerinde durması biraz zor, ama zamanla alıştıkça ayaklarınızın altında sanki tekerlek varmış gibi geliyor. Yürüyen merdivenlerde bile dayanamayıp öne arkaya sallanmaya başlıyorsunuz. Benim gibi biraz da çatlaksanız sallanırken şarkı söylemeye başlamanız an meselesi. Üstelik bu ayakkabıları giymeye başladıktan bir süre sonra sonra gerçekten bacaklarınızda ufak karıncalanmalar başlıyor. Biraz daha zaman geçtikçe, ya benim bacaklarımda böyle de şöyle kaslar mı varmış, ben neymişim demelere başlıyorsunuz.


Şu ana kadar en çok modeli Sketchers'da gördüm. Keza hem spor ayakkabı olarak, hem de günlük kullanım için modeller üretmişler. Aşağıdaki botlar da Sketchers marka.
Toning botlarına vereceğiniz para taş çatlasa $140'dır, ayakkabılara da bir Benjamin'cik.
Ancaak, gelin görün ki memleket-ül İstanbul'a gelip de bu ayakkabıları sokakta giymeye çalışırsanız, daha ikinci dakikadan -var ise- kokoş arkadaşlarınızın "ıyyy, ıyrenç olmouşşş, hiç cool diyiiil"lerine maruz kalma ihtimalinizi gözardı etmemeniz gerekir. Böyle durumlara hazırlıklı olmak lazım. Hemen cevabı yapıştırınız: "a-ah sen bunları bilmiyor musun, yeni çıktı, o ayağındaki Ugg'lar asıl ne passé, ne passé!"


Diğer taraftan İstanbul'un iğrenç yağmuruna maruz kalmanızla beraber biricik ayakkabıcığınızın başına gelecekler konusunda da yapılabilecek bir şey var, o da parayı bastırıp bu şişman ayakkabıların yanda gördüğünüz bot modelli olanlarından alırsınız. Spor ayakkabı gibi görünmediğinden altındaki topuk da pek batmaz. Ve hatta  belki de bir taşla yukarıdaki iki kuşu birden vurabilirsiniz.


Ammaaa, diyorsanız ki ben Amerika'ya nereden gideceğim, Amazon'dan e-Bay'dan de alışveriş yapmam, onu da düşündük ve araştırdık! Anlaşılan o ki, yaklaşık 3 ay kadar önce İstanbul'a varan True Balance'lar an itibariyle Türkiye genelinde tükenmiş durumda. İstinyePark mağaza görevlisi, beyaz renginin Türkiye'ye henüz gelmediğini, yazın gelme ihtimalinin olduğunu söyledi. Bunun dışında bir de Boyner'de satılan, sloganı da "the anti-shoe" olan MBT diye bir marka var ki, bir iki web-sayfasında "tavsiye edilen toning shoe markası" seçilmiş. En çok bilimsel araştırmaya tabii tutulmuş olan ve aynı zamanda bel ağrısına da iyi geldiği iddia edilen MBT'nin ayakkabıları ise, daha bir günlük ayakkabı görünümünde, ama Allah sizi inandırsın: hepsinden tuzlu, hepsinden çirkin!


p.s. Ama gün geçtikçe yeni modeller çıkıyor, bakınız teknoloji nelere kadir! Gelecek yaz bir bakmışsınız bu ayakkabıların en güzelleri ayakkabı dolabınızı süslüyor, içinize bir spor yapma ve zayıflama şevki dolum dolum doluyor. Aman keşke, ne güzel, ne güzel :)


Boyner'de satılan MBT (Masai Barefoot Technology) marka ayakkabıların fiyatları 429 - 599 TL arasında.

6 Ocak 2011 Perşembe

Bütün bloglarımı geride bıraktım!

Bir çizgi çektim.


Aha da buraya. Ha böyle, bir baştan diğer başa.


Bu benim sağlıklı yaşam arayışımın blog'a dökülmüş hali. Dolaşa dolaşa, deneye yanıla doğru yolu bulma çabam.


Biz İstanbul'da çok sağlıklı yaşamıyoruz. Dışarıdan ısmarladığımız, sokağa çıktığımızda yediğimiz yemekler sağlıksız. Satın aldığımız meyve ve sebzelerse hormonlu, GDO'lu. Pek çoğumuz için sigara içiyor olmak bir norm. Özellikle bizim jenerasyonumuz çok geç yatıp geç kalkmaya alışık. Bilgisayarın başından kalkmıyor, iphone'larımız blackberry'lerimiz olmadan yaşıyamıyoruz, aldığımız radyasyona aldırmıyoruz. Düzenli spor yapmamak için milyonlarca bahanemiz var. Alkol ve diğer içtiklerimiz gırla gidiyor.


Kimi sevdiklerimiz ne hayatları boyunca kola içmedikleri, bilgisayar ve cep telefonunu belli bir yaşa kadar kullanmadıkları halde ve belki de sigara bile içmedikleri halde gözlerimizin önünde kanser olup gitmekte.




Thanx Bex-Photography!
Eh, eğri oturup doğru konuşmak lazım. İnsan hayatı uzasa da bir yaştan sonra gitgide kalitesizleşiyor. Önce yaşlanan suratınıza ve vücudunuza yabancı maddeler enjekte edip, tedaviler olarak gençleşmeye çalışıyorsunuz. Sonra yaşlanmanıza kimse engel olamıyor, bir saatten sonra da ölmeyip sürünüyorsunuz.


Hiiç hayatımın ilk yarısında hızlı yaşamak uğruna, ikinci yarısında sürünemem.


Ben tamamını güzel yaşamaya karar verdim.


Üstelik bunu eğlenerek yapacağım.


Hadi bakalım.


El mi yaman, ben mi yaman? ;)