18 Nisan 2011 Pazartesi

Kafa karıştıran: Saygı Hakkında

Şu ana kadar saygıyla yaklaşmadığım herkese özürlerimle....



Biz ailelerimizden, çevremizden karşımızdakine "saygı" göstermeyi öğreniyoruz hayatımız boyu: misafir kapıda karşılanır, en itibarlı kişi (misafir yoksa ailenin babası veya en yaşlısı) sofranın / salonun baş köşesinde oturur, hoca sınıfa girdiğinde ayağa kalkılır. Bizde saygı, insanın konum olarak üstünde olan kişiye gösterilir. Keza saygı büyüklere gösterilir, küçüklere yalnızca sevgi yeter. Bu şekilde anlaşıldığında saygı, sadece ve sadece hiyerarşide size kıyasla üstün konumda olan kişinin üstünlüğünün bizzat sizin tarafınızdan onaylanması anlamına gelir. Nezaketse, neden önemli olduğu bilinmeyen bir erdemdir ve toplum tarafından kabul edilmenin erdemin kendisi olarak kabul gördüğü bir kültürde değerler ve değerlerin temsil ettiği şeyler maalesef zaman zaman birbirine karışarak anlamsızlaşır ve değersizleşir.

Bakınız barnak nasıl da havada
Örneğin masada en baş köşede oturmasına rağmen babalar hep herşeyi en son duyar; ayağa kalkıp selam durulduğu halde hocalar ders anlatırken öğrenci hocasının gözünün içine baka baka telefondan mesaj atar,ya da arkadaşıyla geyik çevirir; misafir kapıda karşılanır çünkü "iyi bir evsahibi addedilmemeyi" bizde kimse kolay kolay göze alamaz.

Lafı evirip çeviriyor muyum? Demek istediğim şey basit: bir insana saygı göstermekle saygı duymak aynı şey değildir. Saygı duymak, dışarıdan nasıl yorumlanacağını düşünmeden, karşınızdakinin konumu, kişiliği vs ne olursa olsun, sırf insan olduğu için, en zayıfa, fakire, şanssıza, çocuğa dahi saygıyla yaklaşmak demektir. 

Olay budur :)
Aslında Türkçe'de konumuzla ilgili bir kelimeyi daha kullanıyoruz zaman zaman: "hürmet" - daha içten gelen bir yaklaşımı anlatıyor bu kelime. Ama yine de tam bahsettiğim şeyi karşılayamıyor. Keza biz insana hürmet göstermek için, o insanın hürmete layık olması (artık buna kim-nasıl-ne zaman karar vermişse) gerekiyor. Yani toplumsal hiyerarşide otomatik olarak üstün bir konumu bulunmasa da, kazanılmış bir üstünlüğü olması gerekiyor. Çok yaşlı bir adamın deneyimine, çok iyi bir müzisyenin yeteneğine veya bir bilimadamının bilgisine hürmet ediyoruz toplumca. Ama aynı zamanda "delikanlı" olan X kişisine yahut "ünlü sanatçı" addedilen meşhur ama sanat ürettiğine pek de şahit olmadığımız Y kişisine de hürmet edebildiğimize şahit olmuşsunuzdur.

Burada asıl acıklı olan iki insan arasındaki ilişkinin otomatik olarak birisinin üstünlüğü üzerine kurgulanıyor olması, bilinçli ya da bilinçsiz bir seviyede. Çünkü eşitler arasındaki ilişkiyi saygı çerçevesinde oturmak üzerine kurgulanmış, kabullenilmiş bir kelime/ifade/yaklaşım şekli yok! Oysa insanlar, bırakın hürmeti, hiyerarşiyi; sırf insan oldukları, düşünebildikleri, değer yargıları ve arzuları bulunduğu için saygı duyulmayı hakediyorlar. VeFakat ne böyle bir anlayış, ne de böyle bir anlayışı yansıtacak bir sosyal "dil/sembol/pratikler bütünü"müz var. Eşitler, otomatik olarak hayatı eşitsizlikler üzerine algılıyorlar ve bu algıyı günlük hayatlarında -kimi zaman farkında bile olmadan- yeniden üretiyorlar. Genelde bu üretim sürecinde de, kişiler arasında anlık üstünlük savaşları yaşanıyor. Egolar konuşuyor, çarpışıyor, bağırıyor ve de savaşıyor. Trafikte kimse kimseye yol vermiyor (geçmede öncelik bana ait olmalı) karşısındaki insanın soru sormasına kızıyor ("konuşurken bana cevap verme!" diyen büyüğünüzü hatırlıyor musunuz?), sorulmadan akıl veriyor (çünkü karşısındakinin onun kadar akıllı / deneyimli / düşünceli  olmasına ihtimal verilmiyor) ve en önemlisi, yapacak başka birşeyi olsa da olayı fiziksel şiddete vuruyor. (bi koyarım, parçalarını sağdan soldan toplarlar.)

Saygı döngüsü: (yukardan, saat yönünde) Diğerlerine saygı /Potansiyellerini takdir etmek/ İmkanlarını iyi kullanmak / Amaç ve Anlam yaratmak / İnsanlara, ellerinden gelenin en iyisini yapma imkanı tanımak / Desteklerinin değerini bilmek
Karşımdakilere saygıyla yaklaşmadığımı ve sadece görünürde saygı gösteriyor"muş gibi" yaptığımı ben de yeni anladım. Dolayısıyla "eh peki saygıyla yaklaşmak nedir" diye sorsanız size çok da net bir cevap vermem mümkün olmaz. Aaaaaaa :( diyerek üzüldüğünüzü duyar gibiyim, e bu kadar okuduk ne işe yaradı o zaman? di mi? Ama ben işe şuradan başladım: karşımdaki bana sormadığı sürece akıl vermemeye çalışıyorum mesela, çünkü ben o aklı düşünebiliyorsam o da pekala düşünebiliyordur. Ya da kararlarını ve davranışlarını sorgulamamaya, "gerizekalı, öyle yapmasa ya" dememeye - çünkü en az benim kadar zeki bir insan olduğunu kabullendiğim ve analitik yeteneklerine güvendiğim karşımdaki, eğer bu şekilde bir karar aldıysa mutlaka bir sebebi vardır. Yani herşeyden önce karşımdakinin fiziksel ve zihinsel yeteneklerini küçümsememenin karşımdakine saygıyla yaklaşmak olduğunu düşünüyorum.

Birilerinin bir hakkı yahut önceliği varsa, kurallar dahilinde, onları engellememeye çalışıyorum. (Elimden geldiğince) Örneğin -belki dikkat etmişsinizdir- metrodan / otobüs / metrobüsten inen insanların etrafında daracık bir çember oluşturur durakta binecek yolcular. Yahu bir açılın, adamlar bir insin, sonra siz inersiniz, insanları boğmanın ne alemi var!? Bu zaten bir ortak yaşam kuralıdır (önce inecekler, sonra binecekler) ve konmasının da bir sebebi vardır: siz binemezseniz bir sonraki araç her zaman gelir, ama inecek kişi inemezse kendini birkaç dakika içinde kilometrelerce ötede bulabilir. Üstelik şoför dışarıda binmek için bekleyen yolcuları görebilir, fakat içeridekilerden hangilerinin inmeyi düşündüğünü telapati yoluyla maalesef algılayamaz. Yani maksat insanların egosuna yüklenmek, hiyerarşik bir eşitsizlik oluşturmak değildir. Bu, herkesin hakkını/hizmetini optimum şekilde alabilmesi için oluşturulmuş bir kuraldır. Keza aynı şekilde, metrodaki yürüyen merdivenlerin sağında durulur, ve sol taraf yürüyenlerin/koşanların/uçanların olabildiğince hızlı geçebilmesi için açık bırakılır. Yani ortak yaşamda sunulan hizmetlerden herkesin yararlanabilmesi adına payıma düşeni yapmayı, çevremdeki insanlara saygıyla yaklaşmak olarak görüyorum. 


Biz insanlar olarak sosyal varlıklarız. Yaptığımız her hareket çevremizdekileri etkiliyor. Kimileri yalnızca bizi etkiliyor diyeceksiniz, hayır, sosyal olmayan ortamlarda yaptığımız davranışlar dahi, nitekim vakumda yaşamadığımız için çevremizi etkiliyor. Sizin yere attığınız tek bir çöp parçası, ya da kendi kendinize söylenmeniz dahi (genel olarak ortamda negatif elektrik yaratmasıynan) çevrenize etki ediyor. Tamam, her hareketinizin sonucunu hesaplamak mümkün değil, uzun vadede hayra mı yormak gerek, şere mi diye hindi gibi düşünmenin de bir alemi yok. Kelebek etkisi gereği her osuruşunuzda biryerde fırtına kopacak mı diye panikleyemezsiniz. Ama en azından söylemek üzere olduğunuz şeyi, ya da yapmak üzere olduğunuz hareketi söylemeden ya da yapmadan önce bir yutkunup, o yutkunma kadar geçen süre içerisinde de (0.3sn) acaba birilerini rahatsız eder miyim bu sözümle, ya da hareketimle diye bir düşünmeniz, ya da acep bu sözüm ya da hareketim çevreme zararlı oluyor mu diye bir duraklamanız hiç fena olmaz. Neden mi? Çünkü aynı şeyin size yapılmasını istemezsiniz. Üstelik çevrenizdeki insanların mutluluğu / keyfi / genel ruh hali / etkinliği / verimliliği / zenginliği otomatik olarak size pozitiflik olarak geri yansıyacaktır. Düşünsenize, trafikte herkes birbirine yol veriyor, kimse kornaya basmıyor, kimse kaynak yapmıyor, kırmızı  ışıkta geçmiyor, küfretmiyor! İstanbul'da araba sürmek gerçekten keyifli bik aktivite haline gelebilirdi herkes için, üstelik bir yerden bir yere gitmek de bu kadar uzun sürmezdi :) Yani vakumda yaşamayan biz insanların, çevremize karşı düşünceli bir biçimde davranıyor olmasını saygı göstermek olarak algılıyorum.  

Son olarak, ama önem sırasında hiç de aşağılarda olmayacak bir biçimde, kadir kıymet bilmek de bence saygı çerçevesine giriyor. Yani karşınızdaki insan illaaki hayatınızı kurtarmış olmak zorunda değil, ve siz onun kırk yıl kölesi olmak zorunda değilsiniz. Size sadece bir bardak su vermiş, bir kahve yapmış, düşmemeniz için elinizden tutmuş, şu ya da bu biçimde bir iyilik yapmış veya sadece saygıyla yaklaşmış olabilir. Yine kırk yıl kölesi olmak zorunda değilsiniz. Ama sihirli sözcükleri söylemek inanın ki karşınızdakine verdiğiniz değerin en saf hali: "Teşekkür ederim." Yani karşınızdakine teşekkür etmek yalnızca "bir medeniyet göstergesi" veya onu "honoré etmek (onurlandırmak)" olmadığı gibi (yine nasıl saygıyı statü/eşitsizlik üzerinden tanımlıyoruz, "medeniyet göstergesi" medeni olan kültürler seviyesine çıkmak demek bir nevi), aynı zamanda, karşınızdakinin emeğine, çabasına ve/ya iyi niyetine duyduğunuz saygının da bir ifadesidir.

Ama her zaman iyi şeyler yapacak, doğru hareket edecek değiliz ya, insanız biz de! Bir hata ettiniz ve karşınızdakine bir zararınız dokundu, ya da sadece onu kırdınız, keyfini kaçırdınız. Sihirli sözcükler her koşulda iş görür: "Özür dilerim." Söylemesi en zor olan şeydir özür dilemek, keza hata yapabileceğinizi kabullenebilmektir. (kendi rızanızla rütbenizi indirmek :p) Ama insan olduğumuza göre hata yapabilme hakkını da hepimiz elimizde bulunduruyoruz. Bugün siz hata yaparsınız, affedilmek istersiniz, yarın başkası yapar ve buyrun işte: affedilmek ister. Affetmek işleminin kendisinin başkasına yaptığınız bir iyilik veya saygı ibaresi olmasından çok sizin kendi vicdanınızla hesaplaşmak olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla saygıyla yaklaşmak olarak görülebilir mi çok emin değilim. Ama özür dilemek, yani insani zayıflıklıklarımızın da olduğunu ve karşımızdakine istemeyerek de olsa zarar verdiğimizi kabullenmek bence insanın karşısındakine saygı duymasıdır. 

p.s. Tabii burda bir kısır döngü de var: karşınızdakinin algısı eşitsizlikler üzerine kuruluysa, bi de kendini size kıyasla dezavantajlı olarak algılıyorsa, güç dengesini sağlamak adına "şark kurnazlığı" dediğimiz türlü yöntemler icat etmesi oldukça olası. Sizin de bunu bilmenizle beraber karşınızdakinin otomatik olarak size "saygısızca" davranacağını bilmenizden ötürü karşınızdakine "saygısızca yaklaşmanız" da oldukça mümkün. Eh, ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ben henüz bu seviyede düşünemiyorum. Ama şunu biliyorum, herkesin otomatik olarak saygısız olduğunu varsayarak ve beyinlerini okumaya çalışarak hareket etmeye çalışmak son derece yorucu birşey. Dolayısıyla elimden geldiğince temiz ve önyargısız düşünmeye çalışıyorum. Üstelik diğer insanlardan saygı görmeyi beklediğim için saygı göstermiyorum ki çevremdekilere, bunu biraz da kendi kendime saygı göstermek olarak görüyorum. Zaten bu bir çıkar ilişkisi olsaydı, yalnızca çıkar görebileceğim insanlara saygı göstermem gerekirdi, böyle bir tanım da (bkz yukarısı, herkese saygı duymak, insan olduğundan ötürü neyin bilmemne...) kendi kendini imha eder.



En kötü ihtimalle ne kaybederim ki? Ama en iyi ihtimalle karşımdaki utanır ve belki de o da bana ve diğer insanlara saygıyla yaklaşmaya karar verir. Böylece herkesin birbirine saygıyla yaklaştığı bir dünyada yaşamaya bir adım daha yaklaşmış oluruz :)

Saygılarımla efenim....


D.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Uzuuuuuu-bi ara-uuuuun

Şimdi ne desem bahane,
Blogspot yasağı şahane
Diceksiniz banane. Ve de çoook oldu biteli.

Ne deseniz haklısınız.

Özet geçeyim:

Bir ay önce, birer hafta arayla NLP uzmanı Cengiz Eren'le dörder saatten iki adet görüşme gerçekleştirdim.

Akabinde bahar tatili geldi ve Nişantaşı Yogaşala'da 50tl karşılığı 15 gün boyunca sınırsız yoga, pilates ve meditasyon dersine katılım hakkı veren bir programa yazıldım. Haftada 5 gün ortalama 1.5 saatten çeşitli yoga derslerine katıldım.

Fazla düşünmedim, hayatımdan eti tamamen çıkarmanın beni ne derece mutlu edeceğini test etmek için bir haftalığına vejetaryanlığı denedim. An itibariyle blogun ismiyle ilgili ciddi çekincelerim var, ama sebze suyuna yaşam da aynı anlamı vermeyecek :)

En olmayacak zamanlara rastgelecek şekilde satın aldığım Istanbul Film Festivali biletlerimin bir kısmını tükettim, kalanını da bu hafta tüketmeye niyetleniyorum.

Ve bütün bunların üstüne sanırım bugün, doktora tezi olarak nasıl bir çalışmaya yönlenmenin beni mutlu edeceğini çözdüm.

Yani yazamayacağım kadar yoğun geçti. Anlayışınıza sığınırkene, olayları şöyle görüyorum: Yaklaşık 10 yıl civarı süren bir uykudan bir ay kadar önce uyandım, ve bir yandan kendimi yeniden keşfediyor, diğer taraftanda buzun içinde geçirdiğim yılları telafi etmeye çalışıyorum.  (Abarttığımı düşünebilirsiniz, ama kendimi haklı çıkarmak için sizi kafatasımın içine sokamayacağım, o yüzden buyrun düşünün :)

Livin la vida zen. Details to come later ...