4 Mayıs 2011 Çarşamba

Shiva'ya selamlar

Hinduisme göre Shiva ölümün tanrısı. Sonların. Ve de yeni başlangıçların.

Shiva'ya selamlar: TavukSuyunaYaşam bitti. Butterfly Effect-ed başladı.

Buradaki postlarımın bir kısmını da oraya taşıyacağım. Haberiniz ola.

Yeni adresim: butterflyeffected.tumblr.com

Çat kapı beklerim efem,

Deniz

p.s. Ha unutmadan, tarifleri de yemekyemekgerek.tumblr.com 'da bulabilirsiniz. O da beğendiğim yemeklerin tariflerinin bulunduğu linkleri şeettim blogum.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Kafa karıştıran: Saygı Hakkında

Şu ana kadar saygıyla yaklaşmadığım herkese özürlerimle....



Biz ailelerimizden, çevremizden karşımızdakine "saygı" göstermeyi öğreniyoruz hayatımız boyu: misafir kapıda karşılanır, en itibarlı kişi (misafir yoksa ailenin babası veya en yaşlısı) sofranın / salonun baş köşesinde oturur, hoca sınıfa girdiğinde ayağa kalkılır. Bizde saygı, insanın konum olarak üstünde olan kişiye gösterilir. Keza saygı büyüklere gösterilir, küçüklere yalnızca sevgi yeter. Bu şekilde anlaşıldığında saygı, sadece ve sadece hiyerarşide size kıyasla üstün konumda olan kişinin üstünlüğünün bizzat sizin tarafınızdan onaylanması anlamına gelir. Nezaketse, neden önemli olduğu bilinmeyen bir erdemdir ve toplum tarafından kabul edilmenin erdemin kendisi olarak kabul gördüğü bir kültürde değerler ve değerlerin temsil ettiği şeyler maalesef zaman zaman birbirine karışarak anlamsızlaşır ve değersizleşir.

Bakınız barnak nasıl da havada
Örneğin masada en baş köşede oturmasına rağmen babalar hep herşeyi en son duyar; ayağa kalkıp selam durulduğu halde hocalar ders anlatırken öğrenci hocasının gözünün içine baka baka telefondan mesaj atar,ya da arkadaşıyla geyik çevirir; misafir kapıda karşılanır çünkü "iyi bir evsahibi addedilmemeyi" bizde kimse kolay kolay göze alamaz.

Lafı evirip çeviriyor muyum? Demek istediğim şey basit: bir insana saygı göstermekle saygı duymak aynı şey değildir. Saygı duymak, dışarıdan nasıl yorumlanacağını düşünmeden, karşınızdakinin konumu, kişiliği vs ne olursa olsun, sırf insan olduğu için, en zayıfa, fakire, şanssıza, çocuğa dahi saygıyla yaklaşmak demektir. 

Olay budur :)
Aslında Türkçe'de konumuzla ilgili bir kelimeyi daha kullanıyoruz zaman zaman: "hürmet" - daha içten gelen bir yaklaşımı anlatıyor bu kelime. Ama yine de tam bahsettiğim şeyi karşılayamıyor. Keza biz insana hürmet göstermek için, o insanın hürmete layık olması (artık buna kim-nasıl-ne zaman karar vermişse) gerekiyor. Yani toplumsal hiyerarşide otomatik olarak üstün bir konumu bulunmasa da, kazanılmış bir üstünlüğü olması gerekiyor. Çok yaşlı bir adamın deneyimine, çok iyi bir müzisyenin yeteneğine veya bir bilimadamının bilgisine hürmet ediyoruz toplumca. Ama aynı zamanda "delikanlı" olan X kişisine yahut "ünlü sanatçı" addedilen meşhur ama sanat ürettiğine pek de şahit olmadığımız Y kişisine de hürmet edebildiğimize şahit olmuşsunuzdur.

Burada asıl acıklı olan iki insan arasındaki ilişkinin otomatik olarak birisinin üstünlüğü üzerine kurgulanıyor olması, bilinçli ya da bilinçsiz bir seviyede. Çünkü eşitler arasındaki ilişkiyi saygı çerçevesinde oturmak üzerine kurgulanmış, kabullenilmiş bir kelime/ifade/yaklaşım şekli yok! Oysa insanlar, bırakın hürmeti, hiyerarşiyi; sırf insan oldukları, düşünebildikleri, değer yargıları ve arzuları bulunduğu için saygı duyulmayı hakediyorlar. VeFakat ne böyle bir anlayış, ne de böyle bir anlayışı yansıtacak bir sosyal "dil/sembol/pratikler bütünü"müz var. Eşitler, otomatik olarak hayatı eşitsizlikler üzerine algılıyorlar ve bu algıyı günlük hayatlarında -kimi zaman farkında bile olmadan- yeniden üretiyorlar. Genelde bu üretim sürecinde de, kişiler arasında anlık üstünlük savaşları yaşanıyor. Egolar konuşuyor, çarpışıyor, bağırıyor ve de savaşıyor. Trafikte kimse kimseye yol vermiyor (geçmede öncelik bana ait olmalı) karşısındaki insanın soru sormasına kızıyor ("konuşurken bana cevap verme!" diyen büyüğünüzü hatırlıyor musunuz?), sorulmadan akıl veriyor (çünkü karşısındakinin onun kadar akıllı / deneyimli / düşünceli  olmasına ihtimal verilmiyor) ve en önemlisi, yapacak başka birşeyi olsa da olayı fiziksel şiddete vuruyor. (bi koyarım, parçalarını sağdan soldan toplarlar.)

Saygı döngüsü: (yukardan, saat yönünde) Diğerlerine saygı /Potansiyellerini takdir etmek/ İmkanlarını iyi kullanmak / Amaç ve Anlam yaratmak / İnsanlara, ellerinden gelenin en iyisini yapma imkanı tanımak / Desteklerinin değerini bilmek
Karşımdakilere saygıyla yaklaşmadığımı ve sadece görünürde saygı gösteriyor"muş gibi" yaptığımı ben de yeni anladım. Dolayısıyla "eh peki saygıyla yaklaşmak nedir" diye sorsanız size çok da net bir cevap vermem mümkün olmaz. Aaaaaaa :( diyerek üzüldüğünüzü duyar gibiyim, e bu kadar okuduk ne işe yaradı o zaman? di mi? Ama ben işe şuradan başladım: karşımdaki bana sormadığı sürece akıl vermemeye çalışıyorum mesela, çünkü ben o aklı düşünebiliyorsam o da pekala düşünebiliyordur. Ya da kararlarını ve davranışlarını sorgulamamaya, "gerizekalı, öyle yapmasa ya" dememeye - çünkü en az benim kadar zeki bir insan olduğunu kabullendiğim ve analitik yeteneklerine güvendiğim karşımdaki, eğer bu şekilde bir karar aldıysa mutlaka bir sebebi vardır. Yani herşeyden önce karşımdakinin fiziksel ve zihinsel yeteneklerini küçümsememenin karşımdakine saygıyla yaklaşmak olduğunu düşünüyorum.

Birilerinin bir hakkı yahut önceliği varsa, kurallar dahilinde, onları engellememeye çalışıyorum. (Elimden geldiğince) Örneğin -belki dikkat etmişsinizdir- metrodan / otobüs / metrobüsten inen insanların etrafında daracık bir çember oluşturur durakta binecek yolcular. Yahu bir açılın, adamlar bir insin, sonra siz inersiniz, insanları boğmanın ne alemi var!? Bu zaten bir ortak yaşam kuralıdır (önce inecekler, sonra binecekler) ve konmasının da bir sebebi vardır: siz binemezseniz bir sonraki araç her zaman gelir, ama inecek kişi inemezse kendini birkaç dakika içinde kilometrelerce ötede bulabilir. Üstelik şoför dışarıda binmek için bekleyen yolcuları görebilir, fakat içeridekilerden hangilerinin inmeyi düşündüğünü telapati yoluyla maalesef algılayamaz. Yani maksat insanların egosuna yüklenmek, hiyerarşik bir eşitsizlik oluşturmak değildir. Bu, herkesin hakkını/hizmetini optimum şekilde alabilmesi için oluşturulmuş bir kuraldır. Keza aynı şekilde, metrodaki yürüyen merdivenlerin sağında durulur, ve sol taraf yürüyenlerin/koşanların/uçanların olabildiğince hızlı geçebilmesi için açık bırakılır. Yani ortak yaşamda sunulan hizmetlerden herkesin yararlanabilmesi adına payıma düşeni yapmayı, çevremdeki insanlara saygıyla yaklaşmak olarak görüyorum. 


Biz insanlar olarak sosyal varlıklarız. Yaptığımız her hareket çevremizdekileri etkiliyor. Kimileri yalnızca bizi etkiliyor diyeceksiniz, hayır, sosyal olmayan ortamlarda yaptığımız davranışlar dahi, nitekim vakumda yaşamadığımız için çevremizi etkiliyor. Sizin yere attığınız tek bir çöp parçası, ya da kendi kendinize söylenmeniz dahi (genel olarak ortamda negatif elektrik yaratmasıynan) çevrenize etki ediyor. Tamam, her hareketinizin sonucunu hesaplamak mümkün değil, uzun vadede hayra mı yormak gerek, şere mi diye hindi gibi düşünmenin de bir alemi yok. Kelebek etkisi gereği her osuruşunuzda biryerde fırtına kopacak mı diye panikleyemezsiniz. Ama en azından söylemek üzere olduğunuz şeyi, ya da yapmak üzere olduğunuz hareketi söylemeden ya da yapmadan önce bir yutkunup, o yutkunma kadar geçen süre içerisinde de (0.3sn) acaba birilerini rahatsız eder miyim bu sözümle, ya da hareketimle diye bir düşünmeniz, ya da acep bu sözüm ya da hareketim çevreme zararlı oluyor mu diye bir duraklamanız hiç fena olmaz. Neden mi? Çünkü aynı şeyin size yapılmasını istemezsiniz. Üstelik çevrenizdeki insanların mutluluğu / keyfi / genel ruh hali / etkinliği / verimliliği / zenginliği otomatik olarak size pozitiflik olarak geri yansıyacaktır. Düşünsenize, trafikte herkes birbirine yol veriyor, kimse kornaya basmıyor, kimse kaynak yapmıyor, kırmızı  ışıkta geçmiyor, küfretmiyor! İstanbul'da araba sürmek gerçekten keyifli bik aktivite haline gelebilirdi herkes için, üstelik bir yerden bir yere gitmek de bu kadar uzun sürmezdi :) Yani vakumda yaşamayan biz insanların, çevremize karşı düşünceli bir biçimde davranıyor olmasını saygı göstermek olarak algılıyorum.  

Son olarak, ama önem sırasında hiç de aşağılarda olmayacak bir biçimde, kadir kıymet bilmek de bence saygı çerçevesine giriyor. Yani karşınızdaki insan illaaki hayatınızı kurtarmış olmak zorunda değil, ve siz onun kırk yıl kölesi olmak zorunda değilsiniz. Size sadece bir bardak su vermiş, bir kahve yapmış, düşmemeniz için elinizden tutmuş, şu ya da bu biçimde bir iyilik yapmış veya sadece saygıyla yaklaşmış olabilir. Yine kırk yıl kölesi olmak zorunda değilsiniz. Ama sihirli sözcükleri söylemek inanın ki karşınızdakine verdiğiniz değerin en saf hali: "Teşekkür ederim." Yani karşınızdakine teşekkür etmek yalnızca "bir medeniyet göstergesi" veya onu "honoré etmek (onurlandırmak)" olmadığı gibi (yine nasıl saygıyı statü/eşitsizlik üzerinden tanımlıyoruz, "medeniyet göstergesi" medeni olan kültürler seviyesine çıkmak demek bir nevi), aynı zamanda, karşınızdakinin emeğine, çabasına ve/ya iyi niyetine duyduğunuz saygının da bir ifadesidir.

Ama her zaman iyi şeyler yapacak, doğru hareket edecek değiliz ya, insanız biz de! Bir hata ettiniz ve karşınızdakine bir zararınız dokundu, ya da sadece onu kırdınız, keyfini kaçırdınız. Sihirli sözcükler her koşulda iş görür: "Özür dilerim." Söylemesi en zor olan şeydir özür dilemek, keza hata yapabileceğinizi kabullenebilmektir. (kendi rızanızla rütbenizi indirmek :p) Ama insan olduğumuza göre hata yapabilme hakkını da hepimiz elimizde bulunduruyoruz. Bugün siz hata yaparsınız, affedilmek istersiniz, yarın başkası yapar ve buyrun işte: affedilmek ister. Affetmek işleminin kendisinin başkasına yaptığınız bir iyilik veya saygı ibaresi olmasından çok sizin kendi vicdanınızla hesaplaşmak olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla saygıyla yaklaşmak olarak görülebilir mi çok emin değilim. Ama özür dilemek, yani insani zayıflıklıklarımızın da olduğunu ve karşımızdakine istemeyerek de olsa zarar verdiğimizi kabullenmek bence insanın karşısındakine saygı duymasıdır. 

p.s. Tabii burda bir kısır döngü de var: karşınızdakinin algısı eşitsizlikler üzerine kuruluysa, bi de kendini size kıyasla dezavantajlı olarak algılıyorsa, güç dengesini sağlamak adına "şark kurnazlığı" dediğimiz türlü yöntemler icat etmesi oldukça olası. Sizin de bunu bilmenizle beraber karşınızdakinin otomatik olarak size "saygısızca" davranacağını bilmenizden ötürü karşınızdakine "saygısızca yaklaşmanız" da oldukça mümkün. Eh, ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ben henüz bu seviyede düşünemiyorum. Ama şunu biliyorum, herkesin otomatik olarak saygısız olduğunu varsayarak ve beyinlerini okumaya çalışarak hareket etmeye çalışmak son derece yorucu birşey. Dolayısıyla elimden geldiğince temiz ve önyargısız düşünmeye çalışıyorum. Üstelik diğer insanlardan saygı görmeyi beklediğim için saygı göstermiyorum ki çevremdekilere, bunu biraz da kendi kendime saygı göstermek olarak görüyorum. Zaten bu bir çıkar ilişkisi olsaydı, yalnızca çıkar görebileceğim insanlara saygı göstermem gerekirdi, böyle bir tanım da (bkz yukarısı, herkese saygı duymak, insan olduğundan ötürü neyin bilmemne...) kendi kendini imha eder.



En kötü ihtimalle ne kaybederim ki? Ama en iyi ihtimalle karşımdaki utanır ve belki de o da bana ve diğer insanlara saygıyla yaklaşmaya karar verir. Böylece herkesin birbirine saygıyla yaklaştığı bir dünyada yaşamaya bir adım daha yaklaşmış oluruz :)

Saygılarımla efenim....


D.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Uzuuuuuu-bi ara-uuuuun

Şimdi ne desem bahane,
Blogspot yasağı şahane
Diceksiniz banane. Ve de çoook oldu biteli.

Ne deseniz haklısınız.

Özet geçeyim:

Bir ay önce, birer hafta arayla NLP uzmanı Cengiz Eren'le dörder saatten iki adet görüşme gerçekleştirdim.

Akabinde bahar tatili geldi ve Nişantaşı Yogaşala'da 50tl karşılığı 15 gün boyunca sınırsız yoga, pilates ve meditasyon dersine katılım hakkı veren bir programa yazıldım. Haftada 5 gün ortalama 1.5 saatten çeşitli yoga derslerine katıldım.

Fazla düşünmedim, hayatımdan eti tamamen çıkarmanın beni ne derece mutlu edeceğini test etmek için bir haftalığına vejetaryanlığı denedim. An itibariyle blogun ismiyle ilgili ciddi çekincelerim var, ama sebze suyuna yaşam da aynı anlamı vermeyecek :)

En olmayacak zamanlara rastgelecek şekilde satın aldığım Istanbul Film Festivali biletlerimin bir kısmını tükettim, kalanını da bu hafta tüketmeye niyetleniyorum.

Ve bütün bunların üstüne sanırım bugün, doktora tezi olarak nasıl bir çalışmaya yönlenmenin beni mutlu edeceğini çözdüm.

Yani yazamayacağım kadar yoğun geçti. Anlayışınıza sığınırkene, olayları şöyle görüyorum: Yaklaşık 10 yıl civarı süren bir uykudan bir ay kadar önce uyandım, ve bir yandan kendimi yeniden keşfediyor, diğer taraftanda buzun içinde geçirdiğim yılları telafi etmeye çalışıyorum.  (Abarttığımı düşünebilirsiniz, ama kendimi haklı çıkarmak için sizi kafatasımın içine sokamayacağım, o yüzden buyrun düşünün :)

Livin la vida zen. Details to come later ...

16 Mart 2011 Çarşamba

Comeback - Bak bi de bu var: Kerametli hologramlar, maşallah maşallah!


Efenim, çok şükela ola ki blogspot yasağımız kalktı ve ben de yazmaya devam edebiliyorum. Belki saçma gelecek size, ama kanuni haklarım dahilinde istediğim websayfasına girip de blog yazamayacaksam hiç yazmam daha iyi demiştim ilk yasaklandığında. Öyle yaramaz lise çocukları gibi, bak sen bana yasakladın ama nanik işte girebiliyorum yapmak pek istemedim. Bilmiyorum belki de yanlış olan benim. Ama maalesef başka türlüsünü yapmak içimden gelmedi.

Geçici olarak veremediğim rahatsızlık sebebiyle özür dilerim.

Here, I am, back again ve show goes on.

Bu sürede de, uzun zamandır yazmak isteyip de altını dolduramayacağımdan korktuğum bir mevzuyu nihayet sizinle paylaşabilecek hale geldim. Diye düşünüyorum en azından. Neyse artık ona siz karar verirsiniz: Şu son zamanlarda milletin kolunda olur olmaz gördüğünüz çirkin plastik bileklikler var ya, hologramlı, iyon neyin yayıyo. İşte konumuz budur.

Benim görebildiğim kadarıyla iki ayrı marka satıyor bunları, biri "Power Balance" (bir bileziğin fiyatı 50tl civarı) diğeri de EFX (bunu da 70tl civarında satıyorlar) Aslında yurtdışında kolyeleri vs de satılmaktadır ama nedense bizim ülke sınırlarımızdan içeri sadece bilezikler girebilmektedir an itibariyle.

Efenim neden bu kadar para verip bu bilezikleri alayım ki diyeceksiniz, zaten şu anda takanların pek çoğu da soranlara "yok ben zaten parasıyla almadım hediye geldi, arkadaşım verdi anısı var bende, bilezik hoşuma gitti hologramı için takmıyorum" gibi türlü bahaneler sunmaktadırlar. Cevap da şu ki, hiçbirşeyi almak zorunda falan değilsiniz. Hani ne işe yarıyormuş canım, onu soruyorum? derseniz de, rivayet o ki, bileziğin üzerindeki özel tasarlanmış hologram sizi fiziksel potansiyelinizin doruklarına çıkarıyormuş. Yani daha enerjik, daha esnek, daha dengeli, daha stressiz kılıyormuş. (Ne demekse artık, bilmiyorum anladınız mı onu siz) Bu iki markanın websayfalarında biraz gezerseniz pek çok ünlünün, ama özellikle de sporcuların bileğinde bu bilezikleri görebilirsiniz.

Ronaldo




P. Diddy


Kral Abdullah - zuhaa !
Nasıl mı? Hani bir negatif iyon mevzuu vardı, şurada bahsetmiştik, hani vücut metabolik tepkimelerin sonunda pozitif yüklü oluodu, bu iyonların kendilerini sağlıklı bir biçimde dengeleyebilmeleri için antioksidan almamız gerekiyordu ki eksik olan elektronları vücudumuzun (ve tabii DNA'mızın) yapısını bozarak değil, antioksidanlar üzerinden dışarıdan alsın - ki erkencecik yaşlanmayalım, hastalanmayalım. Şimdi bi de düşünün ki, 7/24 radyasyona maruz yaşıyoruz, ekran başında, mikrodalganın önünde, akıllı telefonlarımız sayesinde her yerde ve bu radyasyonun etkisiyle çooook ama çok daha fazla negatif iyona ihtiyacımız var. E bu negatif iyonlar aslında sadece antioksida yiyeceklerde değil, aynı zamanda doğada da varmış, deniz kenarında, şelalede, ormanda vs. Ama her dakika şelale başında mangala da gidilmeyeceğine göre, o zaman tek çare herkesin kendi iyonunu yanında taşıması. Demişler, sonra da nasıl yapalım demişler, bi hologram üretelim, basalım içine iyonları, hologramı da basalım çirkin bi silikona, herkes bileğine boynuna neyin taksın. İyonlar takan kişinin vücuduna kaçsın, hiç bitmesin bileziğin iyonları, hem de sonsuza kadar.

Şimdi bu son bölümden ben hala şüpheliyim, bir holograma iyon nasıl basılır, nasıl bu iyonlar sonsuza kadar bitmez - çok bir mistik geliyor. Ama birgün çok moralim bozukken ettim bir salaklık, bastım 50tl'yi aldım bu bileziklerden.

Şimdi buradan sonrası tricky, çünkü herşeye rağmen placebo etkisi olabilir bu yaşadıklarım. Ama bileziği taktığım andan itibaren, banyo vs dışında hiç çıkarmadım. Bu bir ayı (kendi standartlarımda) inanılmaz sakin, huzurlu ve dengeli geçirdim. Sonra bileziği yanlışlıkla anneme verdim, almayı unuttum. 1 hafta annemde kalan bilezik, anlattığı kadarıyla annemde pek bir değişiklik yaratmamış olsa da (gerçi telefonda neşeli neşeli şakıyordu ne zaman konuştuysam o ayrı) ben o bir haftayı nasıl geçirdim bilmiyorum. O sakin, dengeli halim gitmiş, gergin, üzgün bi kız olmuştum - işin en acıklısı nedenini bile bilmiyordum. Sonra annemden bileziği geri aldım, ve herşey tekrar yoluna girdi. Ben ve bileziğim halen mutlu mesut yaşıyoruz. Fin.

Hayır yalan yok, hani parasını verdik nasıl çevirecez die de uğraşmıyorum. Hatta üstüne basa basa söylüyorum ki belki de bütün bu olanların bilezikle hiçbir alakası yoktur. Ve hatta bu bilezikler mucizevi şeyler, bi takan bi daa doktora gitmiyormuş ve hatta sonsuzsa kadar yaşıyormuş falan hiiiiç hiç demiyorum, amanın yannış anlaşılmasın. Zira bir iki kişi daha benim gibi yararını gördüğünü söylüyor, ben de bunu size iletiyorum, olayım budur. Hani bir denemek isterseniz, mutlaka bir arkadaşınızın bileğinde vardır, buyrun deneyin, aha da aşağıya bilezik işe yarıyor mu testi koyuyorum. Almak isterseniz de bilezikleri internetten veya spor mağazalarından temin edebilirsiniz.

Herşeyin ötesinde, en çok da merak ettiğim, sizde bu bileziklerden var mı, ve taktığınız andan itibaren hayatınızda bir değişiklik oldu mu? Olduysa da söyleyin, olmadıysa da. Kızmam etmem yani. :)

Hadi görüşmeceee,

D.